Kavramsal ve Tarihsel/Siyasal Arka Plan
Türkiye’deki siyasi gelişmeleri ve 2023 sürecindeki yakın geleceği, gözlenebilir bir perspektiften anlamlandırma arayışı içinde olan, değerli yurtsever dostlarım, yurttaşlarım, arkadaşlarım,
Bu yazım sizin için.
Ülkemiz, jeopolitik konumu nedeniyle tarihsel birçok olgunun etkisi altında farklı sorunlarla boğuşarak geleceğe yol almaya çalışıyor.
Kurtuluş savaşı ardından kurulan Cumhuriyetimiz, 100 yıllık bir sürecin son diliminde; rejim, sistem, yönetim biçimi bazında köklü değişimlere tabi oldu.
Önümüzdeki süreçte kısa vadede söz konusu değişimin tartışılacağı ve başka boyutlara evrileceği, gerilimlerin zirveye taşınacağı, gelecek 100 yılımızın belirleneceği bir seçim yaşayacağız.
Bu bağlamda, geçmişten bugüne, Türkiye’nin; “Ekonomi, İnançlar ve Etnik Köken” başlıklarında üç temel sorunu olduğunu düşünüyorum.
Bu çalışmamın konusu dışında olacakları için kısmen değinilecek olsa da “Ekonomi” ve “İnançlar”ı bir kenara bırakarak, ilgiyle okuyacağınızı düşündüğüm (araştırma) yazımda, anlaşılabilirlik ve farkındalık yaratmak amacıyla, esas olarak “Etnik Köken” sorununu irdeleyeceğim.
Daha önce farklı tarihsel süreçlerini ve boyutlarını ele aldığım konuda “Kürdün Derdi” başlığıyla yazılar yazdım.
“Kürdün Derdi” başlığı altında yazdığım ilk üç yazıda;
Kürt kökenli yurttaşlarımızın (ve sınırlarımızın ötesinde kalan Kürtlerin); etnik, sosyoekonomik, dinsel, mezhepsel, siyasal ve kültürel yapıları ile kullandıkları diller ve demografi açısından homojen olmadıklarını,
Osmanlı döneminde bulundukları bölgelerde, 1514’lerden başlayarak, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar 15 isyan gerçekleştirdiklerini,
1937 Dersim Operasyonu’na kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları dahilinde 23 isyana daha kalkıştıklarını,
1937 ile 1978 arasında meşru ve gayrimeşru siyasal örgütlenmelerle bir çok ayrılıkçı eylemde bulunduklarını,
1978’de Öcalan tarafından, terör örgütü PKK’nın kurulmasıyla birlikte binlerce silahlı eylem gerçekleştirdiklerini,
Sorunun büyümesi ve sınırlar içerisinde yaygınlaşması ile birlikte çözüm üzerine devlet kurumları ve siyasi partilerce raporlar düzenlendiğini,
Bu dönemle birlikte, Kürt sorununun siyasi temsilciliğini yapanlarca konunun TBMM’ye taşındığını,
Parlamento süreciyle birlikte yaşanan siyasal çekişmeleri,
2002’de AKP’nin iktidar olmasından sonra, uluslararası güçlerin de el atmasıyla, 2004’ten itibaren, Devlet-İktidar-İmralı-Kandil ve uluslararası arabulucular ile sorunun masaya yatırılarak çözüm üzerinde çeşitli uzlaşılar sağlanmaya çalışıldığını,
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde Kürtler konusunda, birincisi 2009’da ikincisi de 2013’te olmak üzere iki kez çözüm süreci başlatıldığını,
Kültürel haklar konusunda bir çok düzenleme yapılmış olduğu halde, Devlet-İktidar-İmralı-Kandil arasında yaşanan gerilimler ve olayların sonucunda da neredeyse en başa dönüldüğünü, tarihsel süreçte, temel olayları anlatarak, kategorik olarak ortaya koymaya çalıştım.
“Kürdün Derdi” serisinin dördüncü ve son yazısında;
Kürt kimliğini silahlı olarak temsil ettiğini iddia eden (terörist) örgütlenmeler ve siyasal temsil gücünü ellerinde bulunduran partiler ile söz konusu partilerin siyasetçilerinin taleplerinin ne olduğunu, bunun yanında da Kürt kökenli yurttaşlarımızın ne istediği ya da nelere razı olabileceği veya ne tür haklarla tatmin olabileceğini,
Siyasetçilerin ve silahlı (terörist) örgütlerin istekleriyle yurttaşlarımızın isteklerinin aynı olup olmadığını irdelemeye çalışarak ve Kürt seçmenin özellikle kentli ve genç kesiminin, araştırmalar yoluyla ortaya konulan bakış açılarını gözden geçirerek, bu kapsamda; demokratik, özgürlükçü, çoğulcu bir yeni sistem ve bu yeni sistemin sağlayacağı ortamda, ‘birlikte ve huzur içinde yaşayıp yaşayamayacağımız’ sorusunun yanıtını bulmaya çalıştım, ayrıca bunun için gereken tavır ve söylemlerin neler olabileceği konusunda öneriler yaptım.
“Kürdün Derdi” başlıklı yazılara aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:
Kürdün Derdi -1 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan,
Kürdün Derdi -2 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan,
Kürdün Derdi -3 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan,
Kürdün Derdi -4 başlıklı yazıma ‘bu bağlantı’dan göz atabilirsiniz.
“Sağ Siyasi Damarlar ve Doğu Sorunu” Başlıklı Yazı Serisi
Bu yazı serisinde, Kürt Meselesi’ne yaklaşımları kapsamında merkez dışındaki sağ yelpazenin unsurlarının, 1945-1980 “Soğuk Savaş Dönemi”nde ortaya koydukları bakış açılarını inceleyen akademisyen Bayram Koca’ya ait, “Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı / Siyaset Bilimi Bilim Dalı, ‘TÜRKİYE’DE UÇ SAĞ VE KÜRTLER, 1945-1980: GÜVENLİK, KİMLİK VE KALKINMA’ Başlıklı (Kabul Edilmiş) 2019 - Doktora Tezi”nden alıntılara yer vereceğim.
Tez’e Konu Olan Sağ Yelpaze
Bu tezde, 1945-1980 yılları arasında Türk sağının “Merkez Sağ”a göre daha uçta kalan ve “doktriner” akımları olan “Uç Sağ”ın (İslâmcılık ve Milliyetçilik’in) Kürt meselesine bakışının incelenmesi hedeflenmektedir.
Uç Sağ kavramıyla Türk sağı (milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslâmcılık) içerisinde, Merkez Sağ muhafazakârlık (Demokrat Parti - DP, Adalet Partisi - AP) dışında kalan İslâmcılık ve milliyetçilik akımları kast edilmektedir.
Uç Sağ, Merkez Sağa göre antikomünizme, millî ve dinî değerlere ve Türkiye’nin bekasına daha fazla vurgu yapmaktadır.
Uç Sağ Kategorileri
İlerleyen bölümlerde tanımlayacağımız kategorilerin başlıkları: Seküler Türkçü-Turancılar, Anaakım Milliyetçiler, Anaakım İslâmcılar ve Radikal İslâmcılar’dır.
Bu Tez Kapsamındaki Alıntılarda Kulanılan Kaynaklar
1945-1980 yılları arası neşredilen milliyetçi ve İslâmcı dergi ve gazeteler ile TBMM Tutanakları, konuyu bilen uzman kişilerle mülakatlar ve 1945-1980 yılları arasında İslâmcı veya milliyetçi hareket içerisinde yer almış kişilerin anılarıdır.
Yayınlar
1945-1980 yılları arasında yayımlanan toplam 35 dergi ve gazete incelenmiş olup kategorilerine göre ele alınan yayınlar şunlardır:
(i) Seküler Türkçü-Turancılar’a ait yayınlar:
Orkun (1950-1952), Orkun (1962-1964) ve Ötüken (1964-1975).
(ii) Anaakım Milliyetçiler’e ait yayınlar:
Serdengeçti (1947-1962), Toprak (1954-1979), Millî Yol (1962), Millî Hareket (1966-1971), Devlet (1969-1978), Ayşe-Töre (1969-1980), Genç Arkadaş (1975-1979), Hasret (1975-1979), Nizâm-ı Âlem (1979) ve Kon (1979).
(iii) Anaakım İslâmcılar’a ait yayınlar:
Hareket (1939-1980), Büyük Doğu (1943-1978), Sebilürreşad (1948-1965), İslâm Dünyası (1952-1954), İslâm (1956-1965), Hilâl (1958-1980), Yeni İstiklâl (1960-1966), Millî Gençlik (1965-1969), Bugün (1966-1980), Millî Gençliğin Sesi (1969-1971), Yeniden Millî Mücadele (1970-1980), Millî Gazete (1973-1980), Çatı (1975-1978), Büyük Gazete (1976-1980) ve Sebil (1976-1980).
(iv) Radikal İslâmcılar’a ait yayınlar:
Gölge (1975-1978), Akıncı Güç (1976-1978), Şûrâ (1978), Tevhid (1978-1979), İslâmî Hareket (1978-1980), Hicret (1979-1980) ve Akıncılar (1979-1980).
Ayrıca, gazete ve dergi taramaları Eylül 2018 - Mayıs 2019 arasında çoğunlukla Millî Kütüphane ve TBMM Kütüphanesi’nde gerçekleştirilmiştir.
TBMM Tutanakları
Bu tez için incelenen birincil kaynaklar arasında 1945-1980 yılları arası TBMM Tutanakları da bulunmaktadır. Tutanaklarda, milliyetçi ve İslâmcıların Kürt meselesine dair söylemleri dikkate alınmıştır.
Kişiler
Birincil kaynak taramasına ek olarak tez için toplam 9 kişiyle yüz yüze yarı yapılandırılmış mülakat gerçekleştirilmiştir.
Mülakatlar çerçevesinde 1945-1980 yılları temel alınmış; Lütfü Şehsuvaroğlu, Sami Bal, İskender Öksüz, Sadi Somuncuoğlu, Fahrettin Dağlı, İrfan Küçükköy, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Atik Ağdağ ve Fethullah Erbaş ile görüşülmüştür.
Sami Bal ve Lütfü Şehsuvaroğlu milliyetçi hareketle ilişkisi bağlamında 1970’li yıllarda Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmışlardır. Şehsuvaroğlu’nun Kürt meselesini ele alan Kürtler Nasıl Türk Olur: Kürt Sorununa Türk Tarih Felsefesi Açısından Bir Yaklaşım (2008) adlı kitabı bulunmaktadır.
İskender Öksüz, MHP’nin yayın organları Devlet ve Töre’yi çıkartanlar arasında yer almıştır.
Sadi Somuncuoğlu, 1970’lerde MHP milletvekilliği ve bakanlık ile genel başkan yardımcılığı yapmıştır. 1970’lerde partinin politikalarını belirleyen kişilerdendir.
İrfan Küçükköy, Mücadeleciler çerçevesinde, kuruculardandır.
Fahrettin Dağlı, 1970’lerde Mücadeleciler hareketine katılanlardandır.
Ömer Vehbi Hatipoğlu, 1970’li yıllarda Mücadeleciler’in üyesi olan sonrasında ise Millî Görüş’e katılan ve 1990’lı yıllarda Millî Görüş’ün Kürt meselesinin politikalarını belirleyen kişilerden biridir. Gençlik döneminde Millî Görüş’ün aktivisti olmuş, 1990’lı yıllarda ise Diyarbakır milletvekilliği yapmıştır. Kürt meselesini konu alan Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu (1992), Kürt Sorununda Ezber Bozmak (2008) ve İslâmcıların Kürt Sorunu Algısı (2015) adlı kitapların yazarıdır.
Fethullah Erbaş, 1970’lerde Millî Görüş’e katılmış, 1980’li yıllarda Refah Partisi’nden Van Belediye Başkanı seçilmiş, 1990’larda ise Van’dan milletvekili seçilmiştir.
Atik Ağdağ, Millî Görüş’ün günümüzdeki temsilcisi Saadet Partisi’nin (SP) Genel Başkan Yardımcısıdır. Ağdağ, SP’nin Kürt meselesine yönelik söylemini belirleyen kişilerdendir.
Tezin Amacı - Özet
Bu tezin amacı, 1945-1980 yılları arasında “güvenlik”, “kimlik” ve “kalkınma” kavramları ekseninde, Uç Sağ’ın Kürt meselesine dair söylemini incelemektir. Uç Sağ, erken Cumhuriyet döneminin sonuna doğru Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek öncülüğünde dergiler üzerinden görünür olmaya başlamış, çok partili hayata geçişle birlikte önce Merkez Sağ partilerinde hizip olarak var olmuş sonrasında da müstakilleşerek partileşmişlerdir. Ayrıca Soğuk Savaş sürecinde; Türk Milliyetçiler Derneği (TMD), Millî Türk Talebe Birliği (MTTB), Akıncılar, Mücadeleciler, Ülkü Ocakları, Komünizmle Mücadele Dernekleri (KMD), Aydınlar Ocağı Uç Sağ’ın önemli yapıları olmuşlardır.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın temel özelliği antikomünizm olmuş ve komünizmle mücadele çerçevesinde devlet nezdinde de meşruiyet elde etmiştir. Ayrıca millî ve dinî değerlere vurgu yapmış ve Türkiye’nin beka meselesini önemsemiştir.
Uç Sağ, Kürt meselesini “erken Cumhuriyet döneminin yanlış politikaları sonucu olarak ortaya çıkan bir sorun” şeklinde değerlendirmiş, Soğuk Savaş sürecinde de komünistlerin istismar ettiğini öne sürmüştür. Uç Sağ Kürt meselesini “beka” sorunu şeklinde ele almış ve komünistlerle ilişkilendirerek konunun komünizmle mücadele çerçevesinde ele alınması gerektiğini söylemiştir.
Giriş
Bu tez, Soğuk Savaş sürecinde “güvenlik”, “kimlik” ve “kalkınma” kavramları ekseninde Uç Sağ’ın Kürt meselesine dair söylemini incelemekte ve bu söyleme odaklanmaktadır.
Dolayısıyla bu tez, Soğuk Savaş sürecini kapsamakta ve Uç Sağ’ın, Soğuk Savaş düşünce sistemi çerçevesinde Kürt meselesine dair politikalarını ortaya koymaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme bakıldığında, genel olarak dünya genelinde geçiş sürecinin yaşandığı gözlemlenmektedir. İki kutuplu yeni bir dünya düzeni kurulmuş ve 1980’lerin sonlarına kadar devam edecek olan Soğuk Savaş Dönemi başlamıştır.
Bu iki kutuplu dünyada Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kapitalist kesimin, SSCB ise sosyalist dünyanın öncülüğünü yapacaktır.
Uluslararası İlişkiler uzmanı Funda Keskin’e göre Soğuk Savaş, kavram olarak “ABD ve SSCB arasında gelişen düşmanca ilişkileri ve ideolojik çatışma”yı tanımlamakta ve ikili arasındaki bu çatışma kendisini askerî eylemlerle değil; “ekonomik baskı, propaganda ve silahlanma yarışı”yla göstermektedir.
Siyaset bilimci Cemil Koçak’ın anlatımıyla, bu iki kutuplu dünya, Türkiye’yi de kapsamına almıştır. Bu aşamada yeni dünya düzenine uyum kapsamında CHP iktidarı, hem ekonomik hem de siyasal liberalleşmeye gitmiştir.
SSCB’nin (Şubat 1945) Yalta Konferansı’ndan bir süre sonra Türkiye’den toprak ile savaşta ve barışta Boğazlardan geçiş hakkı istemesi, Türkiye’yi ABD’nin başını çektiği cepheye yanaştırmada tetikleyici rol oynadığı söylenebilir.
Siyaset bilimci Oral Sander’in ifadeleriyle, Türkiye gerek Sovyetler’in bu (Yalta) tehdidini gerekse “içerideki komünistlerin düzeni yıkmaya çalıştığını”, başka bir ifadeyle, içeriden ve dışarından komünizm tehdidiyle kuşatıldığını iddia ederek, Truman Doktrini çerçevesinde ABD’den askerî ve ekonomik yardım almıştır. Nitekim Truman Doktrini’ni Soğuk Savaş’ın başladığını gösteren bir işaret fişeği olarak yorumlayabiliriz. Amerikan dış politikası da bu doktrinle birlikte antikomünizm temelli hale gelmiştir. Bu doktrinin, Yunanistan ve Türkiye’deki “komünist” tehlikesini bertaraf edip onları “güvenli” ülkeler haline getirerek SSCB’yi çevreleme politikası kapsamında kuşatma özelliği olsa da esasında kendisini “hür dünya”da konumlandıran her ülke üzerinde ABD’nin hegemonyasını kurumsallaştırma amacını taşıdığı ileri sürülebilir. Türkiye, Truman Doktrini ve sonradan Marshall yardımları ile nihayetinde ise NATO’ya üye olarak “tutsak komünist” dünyaya karşı kendisini “hür demokrat” cephede konumlandırmıştır. Bu dönemde “hür dünya”nın ideolojisi şeklinde belirtebileceğimiz “antikomünizm”i de uygulamaya başlamıştır.
Soğuk Savaş dönemi boyunca “hür dünya”nın ideolojisinin “antikomünizm” olduğu ve ABD’nin teşvikiyle antikomünizmin sürekli gündemde tutulduğu söylenebilir. ABD’nin buradaki amacının, bir yandan komünizme karşı bir koruma kalkanı oluşturmak, beri yandan da komünizm tehdidini canlı tutarak kendi etrafında bir müttefik ruhu, çevresini sadece kendisinin koruyabileceği bir dayanışma çemberi yaratmak olduğu söylenebilir. Literatüre McCarthyism olarak geçen komünizmle mücadele, ABD’nin etkisi altında olan diğer ülkeler gibi Türkiye’de de yer bulmuştur.
Türkiye, Truman Doktrini öncesi görece bağımsız bir dış politika izlerken doktrin sonrası ABD etkisinde bir dış politika izlemeye başlamıştır. Meclis’te 01.09.1947’de Hükümet adına konuşan Nihat Erim, “Bugün Türkiye’nin ve Türkiye ile beraber dünyanın maruz bulunduğu tehlike, açıkça bu kürsüden ifade edebilirim ki, Amerika Birleşik Devletlerinin yardımı olmadan önlenemez… Bu vesika [Truman Doktrini], bundan sonra, Türk-Amerikan yakınlaşmasının ve münasebetlerinin inkişafının temel taşı telakki edilmelidir” sözleri ile Truman Doktrini ve ABD yardımlarının önemine dikkat çekmektedir. Basın ve genel olarak siyasî partiler bu doktrini sıcak karşılamış, sözgelimi Cumhuriyet Gazetesi 13 Mart 1947 tarihinde “Truman’ın Tarihi Nutku” manşetiyle çıkmıştır. Türkiye, tüm bunlarla, Batı kutbunda yer almış ve Sovyetler ile onun sistemi olan komünizme karşı kendini konumlandırmıştır.
Siyaset bilimci Cangül Örnek’in anlatımıyla, Soğuk Savaş sürecinde antikomünizm sistematik bir hareket haline gelmiş ve Türkiye’de iktidar ve muhalefet kendi aralarındaki mücadeleye rağmen antikomünizm ortak paydasında birleşmişlerdir. Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye’nin dış düşmanı, başka bir ifadeyle “dış mihrakı” da değişmiştir. Öncesinde İngiltere başta olmak üzere “Batılı ya da emperyalist devletler ülkemizi karıştırmak istiyor” tezi işlenirken Soğuk Savaş’la birlikte yeni dış mihrak, “Sovyetler ve komünizm” olmuştur. Batılı devletler 1945-1980 yılları arasında (ya da Ruslar 1945 öncesinde de) dönem dönem dış mihrak olarak kodlanmıştır. Ancak Soğuk Savaş sürecinde Batılı devletlerle ittifak yapan Türkiye, zaman zaman Batılı devletleri hedef gösterse de esas olarak Rusları dış mihrak olarak belirlemiştir.
Sadece Uç Sağ değil resmî devlet söyleminde de Ruslar, Türkiye’yi karıştırmak isteyen “dış mihraklar” olarak ilan edilmiştir. Soğuk Savaş sürecinde Ruslar ve komünizm temel düşman ilan edilmiş ve amaçlarının Türkiye’nin bekasını tehdit etmek olduğu öne sürülmüştür. Bu çerçevede Ruslar ve komünizmle mücadele “millî dava” şeklinde ele alınmıştır. Dolayısıyla Soğuk Savaş sürecinde gerek muhalefet ve iktidardaki siyasi partilerde gerekse; ordu, yargı gibi devletin bütün kurumlarında temel belirleyicinin antikomünizm olduğu söylenebilir. Uç Sağ da bu süreçte dünyaya antikomünizm penceresinden bakacak Kürt meselesini genel olarak komünizmle ve Ruslarla ilişkilendirecektir.
Türkiye’de Uç Sağ ve Kürt meselesinin temel aktörleri Soğuk Savaş ikliminde ortaya çıkmış ve düşünce sistemlerini bu iklim belirlemiştir. Son 20 yıldır Türkiye’yi yönetmekte olan Anaakım İslâmcılığın temsilcisi Millî Görüş ve Anaakım Milliyetçiliğin temsilcisi Ülkücü Hareket kadroları bu dönemde yetişmişlerdir.
Ayrıca PKK ve Türkiye’de Kürt Hareketi’nin siyasi partileri de Soğuk Savaş ikliminde şekillenmişlerdir.
Dolayısıyla, Türkiye’yi yöneten Uç Sağ kadroları ile Türkiye’nin temel problemlerinin başında gelen Kürt meselesinin aktörleri Soğuk Savaş sürecinde yetişmiştir.
Bu çerçevede, Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ ve Kürt meselesini incelemek, günümüzü de anlamlandırmada yardımcı olabilmektedir.
Soğuk Savaş süreci, görece Kürt meselesinin şiddetten uzak bir şekilde ele alındığı bir dönemdir.
Kürt meselesi ortaya çıktığından beri genel olarak dört ana döneme ayrılabileceği iddia edilebilir:
(i) Osmanlı’nın son dönemindeki Bedirhan Bey ve Şeyh Ubeydullah isyanları dönemi,
(ii) Erken Cumhuriyet dönemindeki Şeyh Said ve Ağrı isyanları ile Dersim Tedibi dönemi,
(iii) 1945-1980 yılları arası siyasi mücadelenin ağırlıkta olduğu ve görece şiddetin olmadığı dönem,
(iv) 1980 sonrası; PKK, diaspora ve legal siyasi partiler (günümüzde, Halkların Demokratik Partisi - HDP) dönemi.
Şiddetin olduğu dönemlerde Kürt meselesinin çözümüne yönelik fikirler öne sürülmekle ve tartışmalar yürütülmekle birlikte, şiddet her zaman tartışmayı gölgeleme potansiyeline sahip olmakta ki bu sebeple Kürt meselesi daha çok “devlet ve Türk sağı” nezdinde “güvenlik” politikaları çerçevesinde ele alınmakta, “isyanlar” bastırılmaya çalışılmaktadır. Ancak 1945-1980 yılları arasında şiddetin olmaması, Kürt meselesine dair fikirlerin ve tartışmaların ön planda olduğu ortamı sağlamış, “güvenlik” politikaları dışındaki öneriler daha net bir şekilde gündeme gelme potansiyeline sahip olmuştur.
Siyaset bilimci Hamit Bozarslan, geç Osmanlı ve Meşrutiyet sürecini Kürt milliyetçiliğinin oluştuğu dönem olarak ele almakta, erken Cumhuriyet’i isyanlar dönemi olarak tartışmakta, 1938-1959 arasını “sessizlik yılları” şeklinde değerlendirmekte, 1959-1975 arasını Kürt milliyetçiliğinden Kürt Hareketi’ne geçiş ve sosyal muhalefet dönemi olarak yorumlamakta, 1975 sonrasını ise şiddete kayış şeklinde sınıflandırmaktadır.
KAVRAMSAL VE TARİHSEL/SİYASAL ARKA PLAN
1. TÜRK SAĞININ UÇ HALİ
İlk olarak belirtilmelidir ki, bu çalışmada İslâmcılar ve milliyetçiler, “müfrit sağ”, “aşırı sağ” ya da “radikal sağ” kavramları yerine “uç sağ” olarak tanımlanmıştır. Zira “müfrit” ve “aşırı” içerisinde olumsuz değer yargısı içerdiğinden, “radikal” ise günümüzde daha çok 1980 sonrası özellikle Avrupa’daki “aşırı sağ” (far right) partileri tanımladığından dolayı tercih edilmemiştir.
Bu çalışmada, Türk sağı içerisinde Uç Sağ kavramı, merkezin (muhafazakârlık) dışındaki akımları (İslâmcılık ve milliyetçiliği) tanımlamak maksadıyla kullanılmıştır.
Siyasi ideolojik anlamda sağ ve sol kavramlarının ortaya çıkması, Fransız İhtilali sonrasıdır: Sağın etimolojik olarak ortaya çıkışına bakıldığında, İhtilal sonrası, yasama organında görece radikal kararları savunan ve sonradan solcu sıfatıyla adlandırılacak olanlara “karşı” düzeni ve tedrici değişimi savunanlar sağcı olarak adlandırılmıştır.
Dolayısıyla sağcılığın çıkış sürecine odaklanıldığında “sola karşı” olması ve “düzeni/nizâmı” savunması onun temel iki özelliği olmuştur. Bu iki özelliğin Türk sağını tanımlarken de temel olduğu söylenebilir. Noberto Bobbio, tarihsel ve politik bağlamda sol ve sağ değerlerin olduğundan bahsetmekte ve bu değerler üzerinden iki kavramın ayrıştırılabileceğini öne sürmektedir. Ona göre eşitlik, özgürlük, dayanışma, insanı ve toplumu değiştirebilme gibi kavramlar solu nitelerken gelenek, kurulu düzenin hikmeti, aşkın değerler, farklılık ve üstünlük ise sağı karakterize etmektedir. Birbirlerini dışlayan bu iki kavramın savunucularından solcular, “insanları ayıran şeylerden çok onları birleştiren ortak şeyler”e odaklanırken; sağcılar ise “bir insanı diğerinden ayıranın onları birleştirenden politik olarak daha önemli” olduğuna inanmaktadır. Başka bir ifadeyle solun kapsayıcı ve eşitlikçi bir siyaset anlayışını savunduğu, sağın ise ayrıştırıcı ve eşitsiz (elitist ve hiyerarşik) bir siyaset anlayışını savunduğu söylenebilir.
Dolayısıyla, sağı sağ yapan değerlerin; geleneği ve düzeni/nizâmı/kapitalizmi savunması, sol karşıtı olması ve otoriteyi ön plana çıkarması olduğu iddia edilebilir.
“Solculuk” solcular tarafından benimsenirken “sağcılık” sağcılar tarafından genelde sahiplenilmemektedir. Hatta sağcılar sol-sağ ayrımını dahi reddederler ve sağcılık tanımının sol tarafından sağı karalamak için öne sürüldüğünü iddia ederler. Ancak Tanıl Bora’nın belirttiği üzere sol sağ ayrımını reddetmek bir sağcılık semptomudur. Öyle ki Türkiye’de kurulan siyasi partilere bakıldığında adında sol/sosyalizm (Demokratik Sol Parti, Sosyalist Demokrasi Partisi gibi) geçen partiler mevcut iken adında sağ geçen parti yoktur.
Sağı sağ yapanlar arasında sol karşıtlığının olması, sağın sağcılığı benimsememesinde etkili olmuştur. Sağın kendini tanımlamasına bakıldığında ise Ferruh Bozbeyli, sol çıkmadan önce sağın lafı edilmediğini, Türkiye’de manevi değerler ve din açısından sağ ideolojinin yaşandığını ancak ona sağ yerine muhafazakârlık dendiğini belirtmiştir. Hasan Bülent Kahraman da benzer şekilde, "sağ"ın Türkiye’nin gerçek tabanı olduğunu, taşra burjuvazisinden, kırsal alandan kentlere kadar belirleyci olanın sağ ideoloji olduğunu söylemiştir.
Sağ kesimin önemli aydınlarından Beşir Ayvazoğlu, sağı “asıl kütle” olarak tanımlamış ve ezilen, hor görülen bir çerçeve çizmiştir: “Aşağı yukarı yüz elli yıldır adeta tarihin akışının dışında bırakılan, fikri sorulmayan, sadece sürekli olarak bir şeyler kabul etmesi veya reddetmesi istenen, vergi alınan, gerektiğinde de ırgat gibi çalıştırılan kesimdir.”
Diğer sağcı aydın Ahmet Turan Alkan ise bir tanımı yapmak yerine, sağ kimliği besleyenin, “din gayreti ve bayrak aşkı” olmak üzere iki müşterek olduğunu söylemiş ve bu iki müşterek üzerinden sağın çerçevesinin çizilebileceğini iddia etmiştir.
Kısaca “sağ”, “kendisini düzen içinde doğal ve normal olan görmekte” iken “sol”u “bu düzenin doğallığını ve normalliğini bozmaya çalışan” olarak damgalamaktadır.
1.1. Türkiye’de Uç Sağ: Milliyetçilik ve İslâmcılık
Siyaset bilimciler Gökhan Çetinsaya ve Berrin Koyuncu Lorasdağı’nın söylemleriyle, Türkiye’de İslâmcılık ve milliyetçilik akımlarının merkez sağdan müstakilleşmesi, 1960’lı yıllara tekabül etmektedir. Ancak bu iki akımın köklerini daha öncesinde bulabiliriz. Ayrıca milliyetçilik ve İslâmcılık müsatakilleşse bile "İslâmcılık" içerisinde milliyetçiliği, "milliyetçilik" de içerisinde İslâmcılığı içerebilmektedir. Benzer şekilde, siyaset bilimci Yüksel Taşkın da “sağ-içi rekabetten” dolayı, bu akımların birbirlerini içermek zorunda olduğunu söylemektedir.
Yine, siyaset bilimci Profesör Tanel Demirel’e göre, Türk sağındaki çeşitlenme, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Batılılaşmacı-İlerlemeci çizginin gevşek olan ittifakının çözülmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. 27 Mayısçı askerî ve sivil bürokrasinin bir süre sonra, “ülkeyi muasır medeniyet seviyesine çıkarma” temelli meşruiyet (yasallık) inşasının, sol temelli muhalefet karşısında savunmacı bir pozisyona savrulması sonucunda, “rejimin bekası” esasından hareketle sağ ile anlaşarak aralarındaki gerilimi komünizmle mücadeleye aktarmışlardır. Böylece, devlet ile kurulan ittifak ortamında kendi kültür anlayışını ortaya koyabilme, dini ve milli değerlere vurgu yapma olanağı bulmuşlardır.
Dolayısıyla, sağın üzerindeki sivil ve askeri baskının azalması Uç Sağ’ın çeşitlenmesine olanak tanımıştır.
Buna vesile olan ikinci etken de soğuk savaş döneminde derinleşen ve geniş kitleleri mağdur eden kapitalizm olmuştur.
İthal ikameci politikalar doğrultusunda milli burjuvazi yaratma veya olanı geliştirme çabaları; tüccarı, zanaatkâr kesimi, esnafı, kısaca alt ve orta sınıfı rahatsız ediyordu ve bu politikaların 1960’lardaki uygulayıcısı (Merkez Sağ’daki) Adalet Partisi (AP) 'ydi. Bu politikalardan rahatsız olan kesimler yeni arayışlara girerek, kendilerine hitap eden Millî Nizam Partisi (MNP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’yi desteklemişlerdir. Ayrıca, 1961 Anayasası’nın sağladığı olanaklar ve küçük partilerin var olmasına zemin oluşturan, nispî temsile dayalı D-Hont usulü seçim sistemi MHP ve MSP’nin kuruluşunu hızlandırmıştır.
Milliyetçilik
Türk milliyetçiliği ideolojisinin ortaya çıkması Osmanlı’nın son döneminde başlamış ve esas olarak II. Meşrutiyet döneminde devam etmiştir. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Zeki Velidi Togan gibi düşünürler Türk milliyetçiliğini beslemişlerdir.
Gazeteci yazar Hakkı Öznur’un tespitiyle, Türkiye’deki milliyetçilik, esas olarak 1960 sonrasındaki şartlarda müstakilleşmiş olmakla birlikte, kökleri (Rıza Nur, Nejdet Sançar, Nihal Atsız gibi Seküler-Türkçü-Turancı kimliklerle) 1930’lara kadar uzanır. 30’lar ve 40’larda çıkardıkları; Atsız Mecmua, Tanrıdağ, Orkun, Ergenekon, Bozkurt, Gökbörü gibi yayınlarla görüşlerini ifade eden bu çevre, İslâm’a mesafeli, ırk temellidir ve yeryüzündeki Türkleri bir araya getirmeyi (Turancılığı) amaç edinmiştir.
Seküler-Türkçü-Turancı yapı İkinci Dünya Savaşı boyunca yükşeliş içinde olmuştur (o dönemde Tek Parti iktidarının hoşgörüsünün de bu yükselişte etkili olduğu iddia edilir).
Gazeteci yazar Beşir Ayvazoğlu’nun aktarımıyla, İkinci Dünya Savaşı sonunda Tek Parti Rejimi, içte ve dışta fesat çıkarmakla suçladığı bu yapıya mesafe koyarak, 1944 yılında, aralarında; Zeki Velidi Togan, Nihal atsız, Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş ve Nejdet Sançar gibi isimlerin bulunduğu kişileri “Irkçılık-Turancılık” davasında yargılamıştır.
Siyaset bilimci İlker Aytürk’e göre, “Irkçılık-Turancılık” davası, kendilerini devletin koruyucusu olarak gören Seküler Türkçü-Turancılar’da travma etkisi yaratmış, resmi ideolojiden kovulma duygusuyla, (o dönemde) devlet ile aralarına mesafe girmiştir.
Sonraki yıllarda, iktidarın baskısı, diğer aşırı akım olan komünizme dönünce, sanıkların tamamı 1947 yılında beraat etmiştir. Davada yargılananların birçoğu, daha sonraki yıllarda, komünizmle mücadele anlamında, siyasi iktidarlarca desteklenmişlerdir.
Seküler Türkçü-Turancılar 1975’e kadar Orkun ve Ötüken dergileriyle varlıklarını sürdürseler de ana akım milliyetçiliğin dışında kalarak küçük bir kesimi temsil etmişlerdir. Ancak Nihal Atsız, ana akım milliyetçiler nazarında “kahraman” olarak varlığını her zaman devam ettirmiştir.
Hukukçu yazar Tarık Zafer Tunaya’nın değerlendirmeleriyle, Ana akım milliyetçilerin kökü, milliyetçi muhafazakâr (MP) Millet Partisi’nde bulunabilir.
1948’de (DP) Demokrat Parti’yi CHP’ye karşı pasif mücadele yapmakla suçlayan Mareşal Fevzi Çakmak öncülüğünde kurulan MP, “dini siyasete alet ettiği” gerekçesiyle 1954’te kapatılmış, yerine Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) açılmıştır. CMP’nin 1958’te Türkiye Köylü Partisi ile birleşmesiyle Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CMKP) adı alınmıştır. Bu siyasi yapı, Osman Bölükbaşı’nın karizmatik liderliğine rağmen siyasi başarı sağlayamamıştır.
Not etmek gerekirse: Milliyetçi muhafazakârlık, 1930 ve 40’ların ortalarına kadar geçerliliğini koruyan ve başını Nihal Atsız’ın çektiği Seküler-Türkçü-Turancılığın gerilemesi ile ortaya çıkmış ve yer edinmiştir. Böylelikle de Türk sağı içerisindeki farklılıklar azalmış, ortak noktalar çoğalmıştır.
Siyaset bilimci Yazar Tanıl Bora’nın ifadesiyle, Milliyetçi muhafazakârlık kimliği, gerek Türkçü ve Kemalist milliyetçiliklerden gerekse radikal İslâmcılardan ayrışarak makul orta yolu çizen bir terkibi ifade eder (1050’lerde “milliyetçi muhafazakâr” yerine “milliyetçi mukaddesatçı” terimi kullanılmıştır).
Türk sağı, özellikle Uç Sağ bu alanın merkezine oturur ve milliyetçi muhafazakâr kesim Türk sağının tabanını oluşturur. Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Nurettin Topçu gibi düşünürler ve Sait Bilgiç, Tahsin Tola, Osman Bölükbaşı, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş gibi siyasetçiler bu harcın karılmasında önemli rol oynamışlardır.
Araştırmacı gazeteci İlhan Egemen Darendelioğlu’nun ifadeleriyle, 1950’lerde milliyetçiliğin önemli yapılarından biri “Türk Milliyetçiler Derneği” (TMD) olmuştur. Dernek, Türk milliyetçiliğinin esasları arasında Allah’ı anıyor, İslâm ile milliyetçilik arasında ilişki kurduğunu iddia ediyordu.
Tarihçi Murat Kılıç’ın anlatımıyla, komünizmle mücadelede aktif rol oynayan dernek, Kore’ye asker gönderilirken, “bir kızıl öldürenin sevabı bin yazılır”, “komünizm, milli mukaddesatımızın düşmanıdır” dövizleriyle uğurlama merasimleri düzenliyordu.
Siyaset bilimci Mehmet Ali Ağaoğulları’nın verdiği bilgilere göre, 1960 darbesi sonrasında Türkeş ve arkadaşlarının CMKP’ye geçmesiyle ana akım milliyetçilik Türkeş ve partisi CMKP/MHP ile temsil edilmeye başlandı. Türkeş’in CKMP’nin liderliğine geçmesi, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ekip içinde yer alan ve darbe sonrasında kurulan Millî Birlik Kurulu’nda (MBK) radikaller olarak adlandıran 14’lülerin 10’unun Türkeş öncülüğünde CKMP’ye katılması ile başlamaktadır.
Bu dönemde özellikle taşra kökenli gençler, yükselen sola karşı mücadelede Adalet Partisi - AP’yi “yavan” ve “renksiz” buluyorlardı. Nazlı Ilıcak, verdiği bir söyleşide Ayvaz Gökdemir’in gençlik döneminde AP’nin kendisine belirli heyecanları veremediğini, Türkeş’in partisinin bölücülerle mücadele etmesi nedeniyle gençlik coşkusuyla CKMP’ye yöneldiğini aktarmıştır.
Gazeteci yazar Beşir Ayvazoğlu’nun aktarımıyla, MHP’nin kendisini ideolojik olarak konumlandırması 1967’de “Dokuz Işık” doktrininin benimsenmesi, 1968’de “Ülkü Ocakları”nın kurulması ve en son 8-9 Şubat 1969 Adana Kongresi’nde “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” ülküsünün benimsenmesi ile tamamlanmıştır (Adana Kongresi’nde CMKP’den MHP’ye geçilmiş ve bu söylemle partideki İslâmi vurgu artmıştır).
MHP’deki dönüşümde, Seyit Ahmet Arvasi'nin “Türk İslâm Ülküsü” olarak tanımladığı çizgi etkili olmuştur.
Tarihçi Ferit Salim Sanlı’nın ifadeleriyle, 1960’larda ana akım milliyetçiliğin önemli kurumlarından biri Komünizmle Mücadele derneği (KMD ) olmuştur. Milliyetçi kökendeki KMD’ler 1960’larda İslâmi renk de kazanmıştır. 1965’te İlhan Darendelioğlu’nun başkanlığa seçilmesiyle ivme kazanan dernek, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in de bir dönem fahri başkanlığını yapmasıyla resmi bir kimliğe bürünmüştür. 1965 sonrasında AP hükümeti tarafından da desteklenmiştir. 1954-79 arası Darendelioğlu tarafından çıkarılan “Toprak” adlı dergi KMD’nin yayın organı niteliğinde olmuştur. 60’larda aktif olan dernek, 70’lerde komünizmle mücadele görevini (ilk olarak 1966 yılında Ankara Üniversitesi’nde kulüp olarak faaliyete başlayıp sonrasında diğer üniversitelere yayılan ve aynı zamanda antikomünist sokak güçleri yetiştiren) Ülkü Ocakları’na devretmiştir.
Siyaset bilimci Fatih Yaşlı’ya göre, MHP’nin, "Ülkü Ocakları"nın kurulmasıyla “hareket-parti” konumuna geldiği söylenebilir.
Yayın anlamında ise Genç Arkadaş, Hasret, Nizam-ı Alem ve Kon dergileri Ülkü Ocakları’nın resmi yayın organları olmuştur.
İslâmcılık
Yazar Zülküf Oruç ve ilahiyatçı-tarihçi yazar Serkan Yorgancılar’ın bilgilendirmeleriyle, İslâmcılığın ortaya çıkışı da tıpkı milliyetçilikte olduğu gibi Osmanlı’nın son döneminde başlayarak II. Meşrutiyet döneminde devam etmiştir.
Mehmet Akif, Said Halim Paşa, Eşref Edip, Babanzâde Ahmet Naim gibi düşünürler İslâmcılık akımının önde gelenleri olmuştur. Bu düşünürler ayrıca, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’tan etkilenmişlerdir.
1943’te Büyük Doğu, sonraki yıllarda da sırasıyla; Sebilürreşad, İslâm Dünyası, Hareket, İslâm, Hilâl gibi yayınlarla 1980’e kadar düşünce alanında varlık göstermişlerdir. Önceleri sağ partilerde hizip olarak yer alan yapı 1960’lara gelindiğinde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Mücadeleciler, MNP/MSP gibi örgütlenmelerle 1980’li yıllara kadar varlığını sürdürmüştür.
En önemli yapılardan biri olan MTTB, 1965’te Rasim Cinisli’nin genel başkan olmasıyla “millî ruh” ve “millî şuur”a bağlı tanımlamasıyla komünizme karşı mücadele görevini yerine getirmiştir. Bu durum İsmail Kahraman’ın başkan olmasıyla daha da perçinlenmiş, antikomünizm zemininde milliyetçi-muhafazakâr gençliğin bir araya geldiği bir yapıya bürünmüştür.
Bu yapı da yayınlarını; Millî Gençlik, Millî Gençliğin Sesi ve Çatı dergileriyle gerçekleştirmiştir.
Ana akım İslâmcılarda diğer bir önemli yapı, “Yeniden Millî Mücadele Hareketi” ya da “Mücadeleciler”dir. Aykut Edibali öncülüğünde 1967’de örgütlenmiş ve 70’ler boyunca etkili olmuşlardır. Genel olarak kendilerini; antiemperyalist, antikomünist ve antisiyonist olarak tanımlamışlardır (Metin Toker bu hareketi sağın Dev-Genç’i olarak tanımlar).
Bu hareketin yayın organı da, “Yeniden Milli Mücadele Dergisi”dir.
Siyaset bilimci Hasan Bahadır Türk’ün verdiği bilgilerle, Türkiye’de ana akım İslâmcılığın partisi, 1970’te Necmettin Erbakan tarafından, Merkez Sağ’dan müstakilleşerek kurulan, Milli Görüş’ün de ilk partisi olan Milli Nizam Partisi (MNP) olmuştur.
Gazeteci Ruşen Çakır’a göre, Millî Görüş, kendini Batı karşıtı bir hareket olarak konumlandıran, Batı’ya alternatif olabilmek için maddî ve manevî kalkınmaya vurgu yapan, ahlâk ve fazilet kavramlarını İslâmi terminolojiden ifade eden; İslâmcı, antikomünist bir yapıyken, tabanı da taşra merkezli; dindar, küçük ve orta ölçekli iş insanları ve esnaflara dayanmaktaydı.
Yayın organları “Millî Gazete”dir. Ayrıca, Kadir Mısıroğlu’nun “Sebil” adlı yayını da Millî Görüş’ün yayın organlarından sayılır.
Sosyolog yazar Alev Erkilet’in ifadeleriyle, Türkiye’deki İslâmcıların içindeki bir diğer grup da “Radikal İslâmcılar”dır.
1970’li yılların ikinci yarısından sonra ortaya çıkan bu yapı, düzen karşıtı bir tavırda, şeriata dayalı bir “İslâm Devleti” kurulmasını savunmaktadır.
Kuruluş sürecinde ana akım İslâmcı çizgideyken 1978’deki artan şiddet ortamından ve sonrasındaki İran Devrimi’nden etkilenen bu yapı, sağcı-İslâmcı partileri (özellikle MSP’yi) revizyonist ve düzen taraftarı olmakla suçlar ve (tüm dünya Müslümanları için) İslâmi bir devrimi hedefler.
Siyaset bilimci Ertuğrul Zengin’e göre, önde gelenleri; Salih Mirzabeyoğlu, Selahaddin Eş Çakırgil, Sedat Yenigün, Abdullah Birisi, Ömer Yorulmaz, Ali Bulaç, Hüsnü Aktaş gibi isimlerdir.
Düşünsel olarak; Mevdudi, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, Hasan El Benna gibi düşünürlerden beslenen bu yapının yayın organları, tarihsel sıralamayla; 1975’te yayına başlayan Gölge, Akıncı Güç, Şura, Tevhid, İslâmi Hareket, Hicret ve 1980’e kadar çıkan Akıncılar dergileridir.
1976’da MTTB ve MSP ile ilişkili kişilerce kurulan ve Radikal İslâmcıların 70’lerdeki önemli yapısı olan “Akıncılar”, MSP’nin 70’lerin kaotik ortamında, “ülkücülerin ve devrimcilerin karşısına İslâmi gençliği çıkarma girişimi” olarak değerlendirilmiştir.
1.2. Uç Sağ – Merkez Sağ Ayrımı
Tanıl Bora, “Türk Sağının Üç Hali” kitabında; milliyetçilik, İslâmcılık ve muhafazakârlık akımlarının belli dozlarda iç içe olduklarını öne sürer. Buna rağmen, uç ile merkez arasında ayrım yapılabileceği söylenebilir.
Genel olarak, Merkez Sağ ve Uç Sağ’ın; kalkınma anlayışı, antikomünizme yaklaşımı, milli ve dini değerlere yaptığı vurgu, kadın meselesini ele alışı, erken Cumhuriyet ve Kemalizm’e bakışı üzerinden bu ikili arasında ayrım yapılabilir. Ayrıca, Merkez Sağ ile Uç Sağ’ın aydınlarla kurduğu ilişki ve “beka” meselesine yaklaşımı da bu ikili arasındaki ayrımı belirginleştirir.
Uç Sağ ile Merkez Sağ arasındaki temel farklardan biri şudur: Merkez Sağ kalkınmaya vurgu yaparken, Uç Sağ'da bu vurgu yoktur. Bu anlamda Uç Sağ’ın antikapitalist tınıya sahip olduğu iddia edilebilir.
“Kalkınma”, Merkez Sağın söyleminde halkla doğrudan iletişim kurmanın aracısı olmuştur. Kalkınma ya da hizmet anlayışının erken Cumhuriyet’e nazaran vurgusunun artmasındaki temel etkenin, Soğuk Savaş sürecinde kapitalist bloktan yana tavır almak olduğu söylenebilir. Bu tavır sonrası, güç ve gelişmişliğin sembolü olan Amerika örnek alınacak, Merkez Sağ iktidarları Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak derdinde olacaklardır.
İktisatçı yazar Ahmet İnsel’e göre, CHP ile serbest piyasa yoluna giren ülke, Demokrat Parti (DP) ile kapitalist kalkınmayı uygulamaya başlamıştır. DP’nin iktisadi kalkınmayı, Cumhuriyet ilkelerinden; halkçılık, devletçilik ve inkılapçılığın ifade edildiği alan olarak tanımladığı ve bunların ifade edildiği somut alan olarak ise patronaj ilişkilerini gördüğü söylenebilir.
DP, kalkınmacılığı “vatanseverlik” olarak yorumlamış, “halka hizmet, hakka hizmet” anlayışını benimsemiştir.
Gazeteci yazar Taha Akyol, DP için vatanseverliğin; “yol, fabrika, baraj yapmak” olduğunu belirtir.
DP’nin popülist ve pragmatik bir şekilde uyguladığı ekonomi politikaları 1050’lerin ortalarından itibaren kötü sonuçlar vermeye başlamıştır. Nitekim, 27 Mayıs Darbesi sonrası, popülist ve pragmatik ekonomi politikalarını engellemek için Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuş ve planlama vurgusu artırılmıştır.
Siyaset bilimci Hikmet Özdemir’e göre, Adalet Partisi (AP), kalkınma vurgusunu selefi DP kadar rahat uygulayamayacak, kalkınma yolunda engel olarak düşündüğü plan vurgusunu sık sık eleştirecektir. AP’nin kalkınma anlayışı tıpkı DP gibi milliyetçilikle/vatanseverlikle ilişkilidir.
Süleyman Demirel’e göre; barajlar, yollar yapıldıkça, fabrikaların bacaları yükseldikçe milli heyecan gelişecektir. Yine, siyaset bilimci Murat Arslan’ın aktarımında göre de kalkınma Demirel için “beşeriyet meselesi” olmuştur.
Merkez Sağın kalkınma vurgusunun önemli vehçesi, Kemalizm’in “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” anlayışıyla ilişkili olmasıdır.
Demirel, “Acaba bu insanları medeniyete kavuşturur muyuz?” sorusunun kendisini siyasete sürüklediğini ve siyasetin millete hizmet etmek olduğunu belirtmiş ve medeniyet anlayışını şu şekilde tarif etmiştir: “Bir bardak içecek suyu olmayan Urfa’nın, Mardin’in köylüsüne su götürmek, okuma yazma bilmeyen, Ağrı’nın eteğindeki Köprü Köyü’ne okul görütmek, Diyarbakır’da üniversite açmak, Edirne’nin ve Kırklareli’nin köylerini ışığa kavuşturmak”. Bu çerçevede Merkez Sağ'ın kalkınma anlayışı, modernleşmenin somutlaştığı ve halka yansıdığı alandır. Ayrıca Merkez Sağ, kalkınma aracılığıyla Kemalizm’le ortaklaşarak devlet nezdinde de meşruiyet sağlamış olur.
Merkez Sağın kalkınma politikaları, Adnan Menderes’in ifade ettiği üzere “her mahallede bir milyoner” yaratma, yani “millî burjuvazi oluşturma” ya da olanı geliştirmeye hizmet etmiş ve bu durum ise esnaf, tüccar, zanaatkâr, çiftçi, işçi gibi toplumun alt ve orta sınıfını mağdur etmeye başlamıştır. Başka bir ifadeyle Merkez Sağın kalkınma amacına yönelik uyguladığı liberal ekonomi politikaları, 60’lardan itibaren Türkiye’nin ekonomik ve sosyal hayatını dönüştürmüş ve geniş kesimleri rahatsız etmeye başlamıştır. Uç Sağ da Merkez Sağın mağdur ettiği bu kesime hitap etmeye başlamış ve bu minvalde antikapitalist tınıya sahip olmuştur.
Bu arada, Uç Sağda, güçlü olmamakla birlikte, kalkınma vurgusu da vardır:
MHP, “Dokuz Işık” ilkeleri arasında yer alan “endüstricilik ve teknikçilik”, “gelişmecilik ve halkçılık” ile kalkınmacılıktan yana olduğunu göstermeye çalışır.
Milli Görüş’ün de iki temel ilkesinden biri, “Batı aleyhtarlığı”nı da içinde barındıran, “maddi kalkınma”dır. Ağır sanayi hamleleriyle Türkiye’nin Batı’ya olan bağımlılığını koparmayı hedeflerler.
Siyaset bilimci İlker Aytürk’ün tespitiyle Uç Sağ, siyasetçinin ve aydının çözmesi gereken ilk sorunun, “tarih, değerler ve benlik algısı” olduğunu öne sürer ve bunların halledilmesi halinde kalkınmanın kendiliğinden gerçekleşeceğine inanır. Merkez Sağ ise seçmenin başlıca beklentisinin “iş ve aş” olduğunu düşünür, kalkınma hedefinden saptıran her düşüncenin, özellikle de kültürel rövanşizm duygusuyla erken Cumhuriyet’le uğraşmanın “boş işler” olduğuna inanır.
Dolayısıyla, Soğuk Savaş sürecinde Türk sağı içinde Merkez Sağ, güçlü bir şekilde kalkınmacılığı savunurken, Uç Sağ ise cılız bir şekilde kalkınmacılığa vurgu yapar ama daha çok antikomünizm ve kimlik politikalarına ağırlık verir.
Merkez Sağ ile Uç Sağ arasındaki ikinci fark, Uç Sağ’ın antikomünizme güçlü bir şekilde vurgu yapmasıdır. Soğuk Savaş şartlarından dolayı Merkez Sağ partilerinde hatta CHP’de bile antikomünizm vardır ancak Merkez Sağdaki antikomünizm vurgusu, Uç Sağ ile kıyaslanınca oldukça cılız kalmaktadır. Uç Sağ, antikomünizm vurgusuyla devlet nezdinde meşruiyet kazanmaya çalışmıştır.
Soğuk Savaş sürecinde komünizmle İslâm arasında karşıtlık kurulmuş ve bu şekilde komünizmle mücadele edilmiştir. Böylece komünizmle mücadele çerçevesinde İslâm’a vurgu artmıştır. Buna göre, komünizmin İslam’a kastı olduğu ve komünistlerin “dinsiz” oldukları ileri sürülerek onları ötekileştirmenin en kolay yollarından biri uygulanmış olur. Ayrıca, İslam, komünizme karşı panzehir olarak kullanılmak istenmiştir. Bu şekilde, komünizm ile İslam arasında bir antinomi (çatışkı) yani birinin olduğu yerde diğerinin yaşayamayacağı bir ilişki kurulmak istenir.
Komünizm ile İslam arasındaki karşıtlığı Uç Sağ, Soğuk Savaş boyunca retoriğinde benimsemiştir.
Uç Sağ antikomünizm politikalarıyla hem devlet nezdinde meşruiyet elde etme hem de dinî ve millî değerlere vurgu yapma imkânı bulmuştur. Bu çerçevede Uç Sağ, özellikle antikomünizm politikaları çerçevesinde ifade ettiği dini ve milli değerlere vurgu yaparak, kimlik siyaseti güder.
Uç Sağ bu siyasetini, çıkardığı yayınlarla sözlü olarak ifade ederken, sola karşı eylemlere de girişmiştir.
Uç Sağ içerisindeki MTTB ve KMD 1960’larda, Ülkü Ocakları ise 1970’lerde, komünistlere karşı aktif mücadele yürütmüşlerdir. MTTB ve KMD özellikle Türkiye İşçi Partisi (TİP)’i hedef almış, TİP’in (Ege Tütün Mitingi gibi) mitinglerini ve kongrelerini basmışlardır. Bu saldırılar devletçe, “milletin haklı tepkisi” olarak görülmüştür.
En bilinen olaylardan biri “Kanlı Pazar” olarak bilinen olaydır.
Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969 günü Dolmabahçe’de demirlemiş olan 6. Filo’yu protesto etmek isteyen solculara milliyetçi-muhafazakâr kesimin saldırmasıyla gelişen hadiselerdir. Bugün gazetesi yazarı Mehmet Şevki Eygi’nin “Kalkın ey ehl-i İslâm, davranın” sözleriyle kışkırtmasının da etkisiyle 16 Şubat Pazar sabahı, Dolmabahçe’de toplanan yaklaşık 10 bin kişilik milliyetçi-muhafazakâr kesim, toplu namaz kıldıktan sonra “Ya Tam Susturacağız, Ya Kan Kusturacağız” nidalarıyla Taksim’e “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye, Kahrolsun Amerika” pankartları taşıyan solcu gençlere taş ve sopalarla saldırır.
Kanlı Pazar, MTTB ve KMD’nin Türkiye siyasal hayatına bıraktığı kara bir leke olarak değerlendirilebilir.
Uç Sağ ile Merkez Sağ arasındaki diğer bir ayrım noktası, Uç Sağ’ın erken Cumhuriyet dönemi politikalarını ve Kemalizm’i eleştirmesi, Merkez Sağın ise böyle bir eleştirisinin olmaması ya da cılız olmasıdır.
Uç Sağda, genel olarak “Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü almayalım” anlayışının hâkim olduğu söylenebilir. Ancak onlara göre Kemalizm’le birlikte ölçüsüz modernleşme gerçekleşmiş, özellikle laiklik politikaları ve İslâm’ın dışlanmasıyla Türkiye “millî” kültürünü kaybetmeye başlamıştır.
Tanıl Bora’nın ifadeleriyle, Uç Sağ aydınları tarafından, millî kültürü ihmal eden modernleşme ile komünizm arasında bir bağ kurulmuş, komünizm, “Batıcılığın en radikal şekli olarak” ele alınmıştır.
Buna göre komünizm, modernleşmenin açmış olduğu yolda bu topraklara girmiştir.
Uç Sağ’ın Merkez Sağ’dan ayrıldığı diğer bir nokta, kadın meselesidir. Edebiyatçı yazar Nurdan Gürbilek’e göre, Uç Sağ, modernleşmenin problemlerinin berraklaştığı alanlardan biri olarak “yeni kadın”ı gördüğü, ancak bu görüşün Merkez Sağda olmadığı ya da cılız bir şekilde mevcut olduğu söylenebilir. Tanzimat’la başlayan bu süreçte, kadının anne-eş misyonu dışına çıkması ve kamusal alanda yer almasıyla Uç Sağ nazarında “erillik kaybı” yaşanmaya başlar.
Erken Cumhuriyet döneminde, örtünmeden uzaklaşmaları, dolayısıyla geleneksel ilişki ağının bozulması bu durumu perçinlemiştir. Uç Sağ, modernleşmeyle birlikte kadınların bu “bağımsızlığı”na tepki duymuş ve kadının anne-eş misyonunu korumaya çalışmış, modern-bağımsız “Yeni Kadın” karşısında, “Müslüman-Türk Kadını”nı yüceltmiştir.
Sosyal bilimci Aslı Yazıcı Yakın ve siyasal bilimci Aylin Özman’ın anlatımıyla, Uç Sağ’ın “yeni kadın”a olan tepkisini yansıttığı mecralardan önemli biri, antikomünizm olmuştur. Yaratılmak istenen komünist imgesinde, komünistlerin “ahlaksız” olduğu ve bu ahlaksızlığı Türk kadınına yaymak istediği öne sürülmüştür. Hatta Soğuk Savaş sürecinde antikomünist muhayyile, fantezilerini yansıttığı birçok anekdot üretmiştir. Bunlardan en yaygını ve sürekli dolaşımda tutulanı şudur: “Koca eve gelir, paltosunu çıkarırken girişteki portmantoda bir erkeğin şapkasını görür. Paltosunu tekrar giyer ve evi terk eder; komünizm gelmiştir.”
Tanıl Bora’nın aktarımıyla, Bu “sapık ideoloji”den uzak durulması gerektiği, milliyetçi-muhafazakâr yazarlar tarafından uzun uzun anlatılmış ve “özel hayatı olmayan bir komünizm” imgesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Erkeklerin saç uzatması, kadınların mini etek giymesi dahi komünizme yorulmuştur.
Dönemin Uç Sağ yayınlarında da komünistlerin bu “ahlaksızlığı” ele alınmıştır. Orkun’da Hikmet Dizdaroğlu, komünistlerin “cinsi sapık” olduklarını yazmış ve başkalarını da kendilerine benzetmek için şunları yaptıklarını öne sürmüştür: “Düşüncelerini şiir ve sanat kisvesine bürüyerek, buluğ çağındaki gençleri avlamağa çalışırlar. Heykelde resimde, hikâye, roman, tiyatro ve şiirde müstehcene dört elle sarılırlar. Cinsi sapıklığı imrenilir hale koymağa yeltenirler”. Yazının devamında, “cinsi içgüdü”nün, başkalarını avlamak konusunda komünistlerin başlıca silahı olduğu hatta komünist propagandanın bundan başka söyleyecek sözlerinin olmadığı iddia edilmiştir.
Sonrasında ise komünistlerin ”özel vocabularie”lerinin olduğu ve onların dilinde eşe en uygun kelimenin “orospu” veya “kerhaneci” olacağı söylenmiştir.
İslâm Dünyası’nda da benzer şekilde, komünizmde ailenin yeri şu şekilde anlatılmaktadır:
“Komünizm, esas itibarıyla aileyi ilga ve imha eder. Komünizme göre, aile olmamalıdır. Manasız bir müessesedir. Ne kadar erkek varsa, koca, ne kadar kadın varsa, karıdır. Çocukları yetiştirecek, ana baba değil, devlettir.”
Bu şekilde, komünizm “cinsel ahlaksızlığı” topluma yayarak “Müslüman-Türk” kadınını “namus/ahlak”tan uzaklaştırarak onu “orospuluğa” meyyal hale getirmeyi hedeflemiştir. Dolayısıyla Uç Sağ, komünizmin topluma ahlaksızlığı yaymasını engellemek için millî bilinci güçlendirmeye çalışmış ve bu ahlaksızlığa karşı milliyetçi-muhafazakâr kesimi komünizmle mücadeleye çağırmıştır.
Genel olarak Uç Sağ, antikomünizm vurgusuyla hem devlet nezdinde meşruiyet elde etme hem de kültür politikalarını dile getirme ya da uygulama imkânı elde etmiştir. Uç Sağ’ın kültür politikalarıyla, yukarıda ifade ettiğimiz üzere, millî ve dinî değerleri vurgu yapmış, modernizme, Kemalizm’e ve “yeni kadın”a olan tepkisini dile getirme imkânı bulmuştur. Dolayısıyla Uç Sağ’ın kültür politikalarıyla Merkez Sağ’dan ayrıldığı iddia edilebilir. Merkez Sağın; Kemalizm’le, modernizmle, “yeni kadın”la pek bir derdi olmadığı ya da bu derdinin Uç Sağ ile kıyaslanınca oldukça cılız kaldığı söylenebilir.
Siyaset bilimci Yüksel Taşkın’ın tespitlerine göre, Merkez Sağ ile Uç Sağ arasındaki diğer bir ayrımın, aydınlarla kurduğu ilişki çerçevesinde olduğu iddia edilebilir. Türk sağ partileri ve sağ görüşlü aydınlar arasındaki ilişkiye baktığımızda, Merkez Sağ genel olarak sağcı aydınlarla sorunlu ve gerilimli ilişkiye sahipken İslâmcı ve milliyetçi akım, sağcı aydınlarla daha sorunsuz bir ilişki yakalar.
Bunda, Türk sağının İslâmcılık ve milliyetçilik halinin daha doktriner, Merkez Sağda ise pragmatizmin baskın olmasının etkili olduğu söylenebilir. Nitekim İslâmcı ve milliyetçi partilerin doktrinlerini netleştirilmesinde sağcı aydınlar rol oynamış ve sağ görüşlü aydınlar Türk sağı çeşitlendikten sonra İslâmcı ve milliyetçi partileri ya desteklemişler ya da onlarda doğrudan siyaset yapmışlardır.
Uç Sağ’ın aydınlarla kurduğu ilişkiyi ortaya koyan yapı, Aydınlar Ocağı’dır. 14 Mayıs 1970 tarihinde İbrahim Kafesoğlu başkanlığında kurulan Ocağın fikir babalığını Necip Fazıl Kısakürek yapmıştır.
Süleyman Yalçın, “solun bu derece azgınlaştığı, aklıselimin kaybolduğu bir ortamda Türk milletinin tarihi misyonunu ve bunun manevi mirasını sahiplenen aydınlara vazife düştüğü” varsayımıyla Aydınlar Ocağı’nı kurduklarını belirtmektedir.
Yine, siyaset bilimci Yüksel Taşkın’a göre, Aydınlar Ocağı, “solun giderek artan kültürel hegemonyasından rahatsız olan kuşağın karşı örgütlenmesi” şeklinde ele alınabilir.
Başka bir ifadeyle Batıcı ve taklitçi (sol) “entelektüellerin” karşısına yerli ve millî olan (sağ) “aydın” çıkarma çabası olduğu söylenebilir.
Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ aydınları, Rusları ezeli düşman olarak görmüş ve bu minvalde “Moskof İmajı” oluşturmuşlardır. Bu anlamda etkin olan Kısakürek’in yanı sıra Nihal Atsız da Moskof imajını beslemiştir: Atsız, tarihin jeopolitiğin ve mukadderatın düşman yaptığı Türklükle Moskofluğun hiçbir zaman barışmayacağını ve bu “kıran-kırana dövüş”ün kesin sonuç elde edinceye kadar sürüp gideceğini belirtmiştir. Ona göre “Tanrı Dağlarında doğan Türklerle Pripet bataklarından fırlayan Rusları, Tanrı düşman yetiştirmiştir”.
Genel olarak Uç Sağ, komünistleri ülkenin bekasını tehdit eden temel düşman olarak kodlanmış ve kendilerini “ülkenin öz evlatları” olarak devletin bekasını korumaya adamışlardır.
2. OSMANLI’NIN SON DÖNEMİNDEN 1980’E KÜRT MESELESİNİN SERENCAMI
Osmanlı’dan miras kalan Kürt meselesi, günümüzde hâlâ Türkiye’nin temel sorunlarının başında geliyor. Bu meselenin miladı olarak Osmanlı’da sistematik modernleşmenin başladığı, Tanzimat Fermanı’nı (1839) alabiliriz. III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) döneminde görülen ancak Tanzimat Fermanı ile birlikte sistematik yapıya bürünen modernleşme çabalarının temel unsurlarından biri, daha önce “ademi merkeziyetçi bir yapıda olan Osmanlı’yı merkezileştirmek”ti. Bu kapsamda Kürt bölgeleri merkeze bağlanmak istenmiş, özerk halde bulunan Kürt beyleri rahatsız olmuş ve bir dizi isyan başlatmışlardır. Osmanlı’nın son döneminde gerçekleşen bu isyanların belli başlıları, “Bedirhan Bey (1846-1848) ve Şeyh Ubeydullah (1880) İsyanları”dır. İşte bu isyanlarla, devlet nazarında “Kürt meselesi” artık somutlaşmıştır. Osmanlı, merkezileşme adı altında bölgedeki emirliklerin varlıklarına son vermiş olmakla birlikte merkezileşmeyi de tam olarak sağlayamamıştır.
Tarihçi Bayram Kodaman’ın aktardığı bilgilerle, bu şartlar altında II. Abdülhamid yönetiminde Osmanlı, “Hamidiye Alayları” ile “Aşiret Mektepleri”ni kurdu. “Köy Koruculuğu’nun selefi” olan Hamidiye Alayları ile “sadık Kürtler” yaratılarak merkezî otoriteyi tesis etmek, aşiretlerden askeri güç olarak faydalanmak, Ermeni faaliyetlerine engel olmak hedeflenmiştir. 1908 yılına gelindiğinde ise II. Meşrutiyetin ilanı ile “Kürt hareketi”nde yeni bir dönem başlayacaktır.
Kürtler, Meşrutiyet’in getirdiği özgürlük ortamından faydalanarak dernek ve partiler kurmuş, siyasi ve entelektüel alanlarda görülmeye, Kürt milliyetçiliğinin alt yapısını oluşturmaya başlamışlardır.
Bu dönemde; Kürdistan (1898), Peyman (1900), Şark ve Kürdistan (1908), Amid-i Sevda (1909), Rojî Kürd (1913), Jîn (1918) gibi Kürtlüğü ele alan ve Kürtlerin sorunlarına değinen yayınlar neşredilmiştir.
Düşünce alanının yanı sıra ilk Kürt derneği olan “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908)” kurulmuş ve böylece Kürtler legal alanda siyasi mücadele yürütmeye başlamışlardır. Yine bu dönemde; Emin Ali Bedirhan, Said-i Kürdi, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp gibi Kürt entelektüel ya da din adamları ön plana çıkmaya başlamışlardır.
İttihat ve Terakki iktidarının, özellikle 1913 sonrası baskısını arttırmasıyla Kürt örgütleri kapatılmıştır. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda ise 19. yüzyılın aksine, Kürtler ile devlet ittifakı kurmuşlar ve birlikte mücadele etmişlerdir. Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde (ARMHC) Türklerle birlikte hareket eden Kürtler, Kurtuluş Savaşı’nı Kemal Karpat’ın deyimiyle bu dönemin ideolojisinin dinselliğin baskın olduğu milliyetçilik olmasından dolayı desteklemişlerdir.
Amacın “halifeyi kurtarmak” olduğu bu dönemde, Koçgiri İsyanı (1921) bir kenara konulursa, Kürtler ile Türkler arasında genel olarak bir ittifak olduğu söylenebilir.
Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesinin gerekçelerinden biri, Kürtler ile itilaf halinde olan Ermenilerin, savaşın kaybedilmesi halinde bölgeye hâkim olma ihtimali olduğu ifade edilebilir.
Kurtuluş Savaşı sonrası 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş ve Türkler ile Kürtler için yeni bir dönem başlamıştır. Ayrıca yeni dönemin önemli bir diğer işareti 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’dır. Bu antlaşmayla, Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları resmiyet kazanmıştır.
2.1. Cumhuriyet Dönemi Kürt Meselesi
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra Cumhuriyet elitleri, üniter modern bir ulus devleti oluşturma projesine girişmiş, bu çerçevede tepeden aşağıya pek çok reform gerçekleştirmişlerdir. Cumhuriyet elitlerinin bu reformlarından rahatsız olanların başında Kürtlerin geldiği belirtilebilir. Kürtler, Cumhuriyet elitlerinin politikalarına uymak yerine bir dizi isyana girişmişlerdir. Nitekim 1920 ile 1938 arasında on yedi Kürt isyanı zuhur etmiştir.
Bu isyanların öne çıkanları, Şeyh Said (1925) ve Ağrı (1936-38) isyanları ile Dersim Tedibi’dir (1936-1938).
1925 yılında patlak veren Şeyh Said İsyanı'nın kökeni 1923’te kurulan Azadi örgütüne dayanmaktadır. Uç Sağ bu isyanı birbirinden farklı şekilde yorumlamakta, bir kısmı “dinî” diğer bir kısmı ise “etnik” bir isyan şeklinde ele almaktadır.
Erken Cumhuriyet döneminde Kürt meselesi merkezli gerçekleşen olaylardan biri de Dersim Tedibi’dir (1937-1938). Devlet bu isyanı, Mustafa Kemal’in TBMM’nin 1937 Yasama Yılı açılış konuşmasında belirttiği üzere “milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah düzeyine varmasını alıkoyan bir ayaklanma” şeklinde tanımlamıştır. 1938 Yasama Yılı açılış konuşmasında da Tunceli’deki isyan “şekavet” (haydutluk) hadiseleri şeklinde tanımlanmış ve Tunceli’dekilerin de yurdun diğer insanları gibi Cumhuriyet’in feyzinden istifade edeceği belirtilmiştir.
Erken Cumhuriyet dönemi Tek-Parti iktidarında gerçekleşen Kürt merkezli son mesele, “Muğlalı Olayı”dır. “Muğlalı Olayı” ya da “33 Kurşun Olayı” olarak bilinen vaka, dönemin Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın 33 vatandaşı Türkiye-İran sınırında kurşuna dizdirmesidir. Olay kısaca, 1942 yılında Van’ın Özalp ilçesinde 33 vatandaşın kaçakçılara ve eşkıyalara yardım ettiği gerekçesiyle gözaltına alınması ve Muğlalı’nın emriyle Türkiye-İran sınırında kurşuna dizilmesidir.
Gerçekleştiği dönemde olay dar bir çevre tarafından bilinirken 1948 yılında DP’liler tarafından Meclis’te gündeme getirilecek ve Muğlalı yargılanmaya başlayacaktır. Yargılama sonrası 2 Mart 1952 tarihinde 20 yıla mahkûm olan Muğlalı 1951’in sonunda ölmüş, DP’lilerin bu hadiseyi gündeme getirmesi Kürtler nezdinde DP’nin popülaritesini de arttırmıştır.
Kürt meselesi, genel olarak Osmanlı’nın modernleşme politikalarına tepki olarak başlamış, Cumhuriyet’in ulus-devlet kurma girişimlerine karşıt olarak devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir.
2.2. Soğuk Savaş Sürecinde Kürt Meselesinde Temel Olaylar ve Aktörler
Çok partili hayata geçişle birlikte devletin Kürt meselesine yaklaşımında eksen değişikliği yaşanmıştır. Türkiye’de Kürt meselesi, 1920’ler ve 30’larda askerî yöntemlerle çözülmeye çalışırken 1950’ler, 60’lar ve 70’lerde ise zaman zaman askerî yöntem olsa da esas olarak ekonomik hamlelerle çözülmeye çalışılmıştır.
Siyaset bilimci Kerem Yavaşça’nın deyimiyle, bir bakıma erken Cumhuriyet döneminde uygulanan güvenlik temelli “Şark Meselesi” yerini İkinci Dünya Savaşı sonrası “Doğu Sorunu”na bırakmıştır. Başka bir ifadeyle mesele artık “bölgesel bir geri kalmışlık” hali olarak ele alınmaktadır.
1946 ile başlayan çok partili hayat, partilerin Kürtlerle kerhen de olsa ilişki kurmasını sağlamıştır. Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat’ın DP’den milletvekili seçilmesinin sembolik de olsa bir önemi vardır. Özellikle DP, Kürt aşiret ve dinî liderlerini kendi yanına çekerek bölgeden oy almayı hedeflemiştir.
1950’li yıllarda, ekonomik alanda sağlanan liberalizasyon sonrası tarımda makineleşmenin artması ile kırdan kentlere göçler de artmıştır. Bundan ötürü pek çok Kürt, kentlere göç etmeye başlamış, dolayısıyla da kamusal alandaki görünürlükleri artmıştır.
Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte İleri Yurt gazetesini çıkaran Musa Anter’in, yayımladığı Kürtçe şiiri "Qimil / Kımıl" sebebiyle hakkında dava açıldı. Musa Anter'e destek veren 50 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan Mehmet Emin Batu mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kaldı ve dava bu sayıyla anılır oldu.
Yazar Necati Kutlay’ın anlatımıyla, “49’lar Olayı”, “yabancı devletlerin müzahereti ile Türkiye’yi bölmek” suçundan 50 Kürt öğrenci ve aktivistin (biri gözaltı sırasında ölmüştür) 17 Aralık 1959’da tutuklanmasıdır (bu olaydan beş ay sonra 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşmiştir).
49’lar Olayı’na giden süreçte, Kürtlerin kırdan kente göç etmesinin ve üniversitelerde eğitim görmek için büyük şehirlere gelmesinin etken olduğu söylenebilir. Diğer önemli etmenin ise Irak’taki “Barzani Hareketi” olduğu belirtilebilir.
Naci Kutlay’a göre hapishane, 49’lar için okul işlevi gördü; sağ ve sol Kürt Hareketi’nin tohumları tutuklamalarla atıldı. Nitekim 49’lar arasında; “Musa Anter, Canip Yıldırım, Naci Kutlay” gibi şahsiyetler Kürt solunu; “Şerafettin Elçi, Ziya Şerefhanoğlu, Sait Elçi” gibi şahsiyetler ise 1960’lar ve 1970’lerde Kürt sağını temsil edecektir.
Barzani hareketi, Türkiye’deki Kürt Hareketi’ne esin kaynağı olmasının dışında, Barzani’nin Irak’taki KDP’sinin Türkiye şubesi olan Türkiye Kürdistan Demokrasi Partisi (TKDP)’nin kurulmasında rol oynamış, ayrıca Barzani, Türkiye KDP’sini lojistik olarak da desteklemiştir. Barzani, 1960’lar ve 1970’lerde Kürtler için “popüler” bir liderdir. Bunda, kısa süreli “Mahabad Devleti”nin de etkisi vardır (Mahabad Kürt Cumhuriyeti, Sovyetler’in işgali altındaki İran’da Sovyetler’in de desteğiyle 1946 yılında kuruldu ancak, bu devlet toplamda 11 ay kadar varlığını sürdürdü, Sovyetlerin desteğini çekmesiyle İran tarafından yıkıldı).
Barzani, Türkiye’deki Kürt Hareketi’ni etkilemiş ve bu sebeple Uç Sağ tarafından sık sık eleştirilmiş, “Türkiye’deki Kürtleri kışkırtmakla” suçlanmıştır. Barzani, ayrıca Uç Sağ tarafından “Kerkük Katliamı” olarak ele alınan olayların da sorumlusu olarak ele alınmaktadır.
2.2.1. "27 Mayıs 1960 Darbesi" Sonrası Kürt Meselesi
27 Mayıs Sonrası Kürt meselesi ve Kürt Hareketi, Barzani Hareketi’nden aldığı ilhamla ve destekle daha görünür olacaktır. 1940’ların sonlarından itibaren Kürt aydınları yetişmeye başlamış ve çeşitli yayın faaliyetleri yürütmeye başlamışlardır.
Devletin, Kürtlerdeki bu görünürlüğe tepkisi 27 Mayıs’tan hemen önce başlamıştır. Hatta darbeyi yapan subaylar ve sonrasında da darbeyi yapan bazı Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleri, “Doğu’da ayaklanma olabileceği endişesine sahip olduklarını, darbenin yapılış gerekçeleri arasında Kürt Hareketi’nin de etkili olduğunu” öne sürmüşlerdir.
27 Mayıs sonrası süreçte çocuklara Kürtçe isim verilmesi yasaklanacak ve Kürtçe köy isimleri Türkçeleştirilecektir. Ayrıca Kürtçe yayın ve Kürtlerle ilgili dergi ve kitapların ülkeye sokulması da yasaklanacaktır.
MBK’nın Kürt meselesine yönelik faaliyetlerinden biri de darbeden hemen sonra, 1 Haziran 1960 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 485 ağa ve şeyhi tutuklamak ve Sivas Kabakyazı’daki 5. Er Eğitim Tugayı’nda toplamak olmuştur. Kürt devleti kurma girişimiyle tutuklanan bu kişilerden 55’i, “kaçakçılık, cinayet, tehdit, dini siyasete alet etme, nüfuzu kötüye kullanma gibi gerekçelerle” 19 Ekim 1960 tarihli “Mecburi İskân Kanunu” çerçevesinde; Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum’a zorunlu ikamete zorlanacaktır. Ancak 54’ü eski DP’li, 1’i de CKMP’li olan 55’lerin yargılanmaları beraatla sonuçlanır ve 10 Eylül 1962’de TBMM’de 55’lerin zorunlu iskânı kaldırılır ve malları geri verilir.
27 Mayıs sonrası Kürt meselesine dair devletin yürüttüğü faaliyetler arasında Cemal Gürsel’in 1961 yılında, M. Şerif Fırat’ın “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” adlı kitabın ikinci baskısına “Sunuş” yazması belirtilebilir. Kürtlerin Türk olduğunu öne süren bu kitabın sunuşunda Gürsel şunları yazmıştır:
“(…) [Bu eser, Doğu Anadolu’da oturan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk’ten ayrı sayan; bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın, su katılmamış Türk olduklarını bir kere daha ispat etmektedir (…) Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur.”
Gürsel ayrıca Diyarbakır’a yaptığı bir gezide, “bu memlekette ve bütün Şark’ta Kürt diye bir millet yoktur, size Kürt diyenin yüzüne tükürün” şeklinde konuşmuştur.
Devletin baskısına rağmen bu dönemde Kürtler siyasette aktif olmaya başlamış ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) ile özellikle Türkiye İşçi Partisi (TİP)’te etkili olmuşlardır. Ahmet Hamdi Akkaya, “Kürtlük” eksenli politika ile özdeşleştirilen ilk yasal partinin YTP olduğunu söylemektedir. YTP, eski DP üyeleri tarafından kurulmuş ve DP’nin halefi olmaya aday bir parti olmuştur. Parti, 1961 seçimlerinde Türkiye genelinde %13,7 oy almış olmakla birlikte; Diyarbakır, Bitlis, Bingöl, Muş, Siirt gibi Doğu illerinden %40’ın üzerinde oy almıştır.
Kürt sağı, YTP’nin yanı sıra; Şerafettin Elçi, Abdülmelik Fırat, Nurettin Yılmaz, Kamran İnan gibi kişilerle sağda temsil edilmiştir. Sağda siyaset yürüten Kürtler, daha çok bölgedeki aşiret reisleri, dinî liderler gibi kişilerle ilişki kurarak oy almaya çalışmış ve bölgenin sosyolojik ve ekonomik sorunlarına temelden bir çözüm üretememiştir.
1961’de 12 sendikacı tarafından kurulan TİP ise Mehmet Ali Aybar’ın genel başkan olmasıyla kitleselleşmeye, sınıf temelli solu topluma yaymaya başlamıştır. Bu süreçte TİP; Kürtleri, işçileri, aydınları ve üniversite öğrencilerini mücadelesine katarak taban elde etmiştir. Artun Ünsal, TİP’te; “Sendikacılar”, “Aydınlar” ve “Doğulular” olmak üzere üç ana kesiminin olduğunu ve Doğulular grubunu; Tarık Ziya Ekinci, Canip Yıldırım, Naci Kutlay, Kemal Burkay, Mehdi Zana gibi kişilerin temsil ettiğini belirtmiştir.
Ünsal, TİP’e ve onun Kürt meselesine yaklaşımına dair:
“(...) O güne dek Türkiye’de hiçbir sol partinin ortaya koymadığı bir cesaretle, TİP’in, emekçi halkın, sosyalist aydınların, ... maddi ve manevi alanda sömürülen Doğunun meselelerini de çözmek için birleşecekleri yegâne siyasi kuruluş olduğunu vurguluyor, Türkiye’de sanayileşmeye yönelik kapitalist olmayan bir düzeni kurmak için emekçileri ve sosyalist aydınları; ırk, dil, din ve mezhep gözetmeden birleşmeye çağırıyordu."
Toplumda, o dönemde tabu meselelerden biri olan Kürt meselesini dillendiren TİP, Kürtlerden de destek görmüştür. Dönemin gazetecilerinden Doğan Özgüden, TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ı her gittiği yerde Kürtler ve Alevilerin büyük coşkuyla karşıladıklarını ve ardından da hızlı bir örgütlenme çabasına giriştiklerini belirtmiştir. TİP’in 1965 seçimlerinde çıkardığı 15 vekilden 3’ü de Doğu’dandı (Tarık Ziya Ekinci–Diyarbakır, Behice Boran–Şanlıurfa, Adil Kurdel-Kars).
TİP’in Kürt meselesinde dikkatleri üstüne çektiği ve Uç Sağ’ın tepkisini çeken eylemi “Doğu Mitingleri”dir.
Doğu Mitingleri, ilki 13 Ağustos 1967 tarihinde Silvan’da olmak üzere, 3 Eylül 1967’de Diyarbakır, 24 Eylül 1967’de Siverek, 8 Ekim 1967’de Batman, 15 Ekim 1967’de Tunceli, 22 Ekim 1967’de Ağrı’da düzenlenen gösterilerdir. Resmî adı “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin Geri Kalmışlığına Karşı Protesto Mitingleri”dir.
Mitinglerde şu sloganlar ve afişler kullanılacaktır: “Batı İçin Kalkınma, Doğu İçin Sömürü”, “Batı’ya Fabrikalar ve Yol, Doğu’ya Komando ve Karakol”, “Jandarma Değil Öğretmen İstiyoruz”, “Karakol Değil Okul İstiyoruz”.
Mitinglerde ayrıca, “Kürtçülük” suçlamasından kaçınmak için çaba gösterilmiş ve buna uygun sloganlar da seçilmiştir: “Biz Bölücü Değiliz Eşitlik İstiyoruz”, “Haklarınızı Talep Etmek, Birliği Tehdit Etmez” ya da “Hedefimiz Eşitlik ve Mutluluğu Gerçekleştirmektir.”
TİP’ten sonra Kürt Hareketi’nin Soğuk Savaş sürecindeki önemli oluşumu, Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)’dur. Bu yapı aynı zamanda, Kürt solunun Türk solundan özerkleşmesini ifade etmektedir. TİP ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) içindeki “Doğucular” 1969’da Ankara ve İstanbul’da DDKO’yu kurarlar.
DDKO’da Kürt bölgelerine yönelik politikalar geliştiriliyordu. DDKO’da “Bağımsız Kürdistan” fikri henüz savunulmuyordu. Kürt örgütlerinde bağımsız Kürdistan fikri 12 Mart sonrası süreçte, 1974-1980 yıllarında gelişecektir. DDKO ve Kürt Hareketi’nin radikalleşmesinde 12 Mart sürecinin önemli etken olduğu iddia edilebilir.
12 Mart sonrası, “Doğu Duruşması” olarak bilinen “DDKO Davası”nda; Musa Anter, İsmail Beşikçi, Canip Yıldırım, Naci Kutlay, Mehdi Zana, Niyazi Usta, Mümtaz Kotan, Orhan Kotan, Tarık Ziya Ekinci, İbrahim Güçlü, Mehmet Emin Bozarslan, Şerafettin Elçi, Recep Maraşlı, Mehmed Uzun gibi kişiler yargılanmıştır. İddianamede sanıklar “Komünizm ve Kürtçülük Propagandası” yapmakla suçlanmışlardır.
Bu süreçte Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) de ele alınmalıdır.
Uç Sağ, TÖB-DER’i, Kürt Hareketi’yle birlikte anmış ve sayfalarında sık sık eleştirmiştir. TÖB-DER, 1965 yılında kurulan ve 12 Mart Muhtırası sonrası kapatılan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) yerine 3 Eylül 1971 tarihinde kurulan dernektir. Sol görüşlü öğretmenlerin örgütlendiği bu derneğin üye sayısı 1970’lerde 200 bini bulacaktır. TÖB-DER, “hayat pahalılığını ve faşizmi protesto, ekonomik ve demokratik haklar mitingleri” düzenlemiştir.
Yazar İsmail Aydın’a göre, özellikle Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri döneminde hedef haline getirilmiş, hatta üyeleri öğretmenlikten atılmıştır. TÖB-DER, MC hükümetleriyle mücadele etmek için 1977’de Anti-Faşist Güç Birliği kurma çalışmaları yürütmüştür.
Mert Özgür’ün anlatımına göre, TÖB-DER, Doğu’daki faaliyetlerinden ötürü “Kürtçü” yapı olarak kodlanmış, özellikle Ülkücü Öğretmenler, Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), TÖB-DER’de “Leninci-Maocu” ve “Kürtçü düşünceye sahip” öğretmenlerin bir araya geldiğini ileri sürmüştür. Bu kesim, kongrelerinde anadilde eğitim hakkını savunmasından dolayı özellikle 1977 itibarıyla Uç Sağ tarafından “Kürtçü yapı” olarak kodlanmıştır.
Sosyolog Ahmet Hamdi Akkaya’nın verdiği bilgiler ışığında, 12 Mart süreci sonrasında DDKO çizgisinden; Devrimci Doğu Kültür Dernekleri, Rizgari (Komal Yayınevi), KAWA, TKSP/Özgürlük Yolu, Apocular/PKK doğacak ve bu yapılar “bağımsız Kürdistan” fikrini savunacaktır.
Bunlar arasında ön plana çıkacak olan, 1978’de Dev-Genç’ten ayrılarak Abdullah Öcalan öncülüğünde kurulacak olan Partiya Karkerên Kurdistan (PKK) adlı örgüttür. 1980’lerden itibaren Kürt Hareketi’nin ana belirleyeni olacak olan bu örgüt, esas olarak Türkiye solunda doğmuş olup Marksist-Leninist bir ideolojiye sahiptir. PKK, Manifesto’sunda “Kürdistan’ın dört sömürgeci devlet (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) tarafından bölündüğü” ifadesini kullanmakta ve “Kürdistan”ın sömürge halinden kurtulabilmesi için “Kürdistan Devrimi”ni önermektedir. Silahlı mücadele ile kazanılacak bu devrimin ancak emperyalist devlet ve feodal aşiretlere karşı köylü-işçi ittifakı ile kazanılabileceğini belirmektedir. Bu kapsamda PKK, kuruluş evresinde Kürdistan bölgesi üzerinde proletarya iktidarına dayanan sosyalist devlet kurmayı amaçlamıştır.
1980 sonrası PKK ile tekrar silahlı mücadele başlamıştır. Bu dönemde ayrıca birçok Kürt Avrupa’ya göç edecek ve Kürt diasporasını oluşturacaktır. Türkiye’deki Kürt meselesinin, özellikle diaspora ile birlikte 12 Eylül sonrası süreçte, uluslararası boyutu derinleşecektir. 1990’larda ise legal siyasi partiler de (HEP-DEP-HADEP-DEHAP-DTP-BDP-HDP) siyasal hayatta yerini almaya başlamıştır.
ÖZET
TÜRK SAĞI – UÇ SAĞ
Uç Sağ'ın temsilcileri, erken Cumhuriyet döneminin sonuna doğru; Nihal Atsız ve Necip Fazıl Kısakürek öncülüğünde dernekler üzerinden görünür olmaya başlamış, çok partili hayata geçişle birlikte önce Merkez Sağ partilerinde hizip olarak var olmuş sonrasında da; MP-CMP-CKMP-MHP ve MNP-MSP ile müstakilleşerek partileşmişlerdir. Ayrıca Soğuk Savaş sürecinde; Türk Milliyetçiler Derneği, MTTB, Akıncılar, Mücadeleciler, Ülkü Ocakları, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Aydınlar Ocağı Uç Sağ’ın önemli yapıları olmuşlardır. Soğuk Savaş sürecinde Uç Sağ’ın temel özelliği antikomünizm olmuş ve komünizmle mücadele çerçevesinde devlet nezdinde de meşruiyet elde etmiştir. Ayrıca “kültür” politikaları çerçevesinde millî ve dinî değerlere vurgu yapmış ve Türkiye’nin beka meselesini önemsemiştir.
Kürt meselesi ise Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmış, erken Cumhuriyet döneminde devam etmiş ve Soğuk Savaş sürecinde boyut değiştirmiştir. Bu süreçte Kürtlerin, özellikle öğrencilerin, kentlere göç etmesiyle mesele görünürlük kazanmış,
Irak’taki Barzani Hareketi’nden de esinle, özellikle 27 Mayıs Darbesi sonrasındaki süreçte Kürt aktivizmi artmıştır. Kürtler bu aktivizmi; dergilerle (Dicle-Fırat, Deng, Yeni Akış vs.), derneklerle (DEV-GENÇ, DDKO vs.) ve partilerdeki (YTP, TİP) faaliyetleriyle göstermişlerdir. Önceki nesil, ağa ve şeyhlerden (Şeyh Said, Şeyh Ubeydullah vs.) oluşurken ve çoğunlukla yaşlı iken Kürt Hareketi’ndeki yeni nesil, öğrencilerden ve gençlerden oluşmuştur.. Ayrıca bu nesil, öncesiyle kıyaslanınca; eğitimli, seküler ve solcudur. Dolayısıyla Soğuk Savaş sürecindeki Kürt Hareketi’nde bir profil değişimi söz konusudur. Uç Sağ da esas olarak yeni nesil Kürtlerin aktivizmine tepki olarak yani 1960’ların ortasından itibaren Kürt meselesi üzerine tartışmaya başlayacaklardır.
Uç Sağ, Kürt meselesini erken Cumhuriyet döneminin yanlış politikaları sonucu olarak ortaya çıkan bir sorun şeklinde değerlendirmiş, Soğuk Savaş sürecinde de komünistlerin istismar ettiğini öne sürmüştür. Uç Sağ, genel olarak Kürt meselesini Türkiye’nin bekasını tehdit eden bir sorun şeklinde ele almıştır.
Dolayısıyla Uç Sağ temsilcileri, Kürt meselesini “beka” sorunu şeklinde ele almış ve komünistlerle ilişkilendirerek konunun komünizmle mücadele çerçevesinde ele alınması gerektiğini söylemişlerdir. Çözüm olarak ise erken Cumhuriyet döneminde yapılan “yanlışların” düzeltilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir.
Bundan sonraki yazıların konuları
“2. Bölüm” : “Seküler Milliyetçiler ve Kürtler”
“3. Bölüm” : “Anaakım Milliyetçiler ve Kürtler”
“4. Bölüm” : “Anaakım İslâmcılar ve Kürtler”
“5. Bölüm” : “Radikal İslâmcılar ve Kürtler”
Yararlanılan Kaynak
TÜRKİYE’DE UÇ SAĞ VE KÜRTLER, 1945-1980: GÜVENLİK, KİMLİK VE KALKINMA / Bayram KOCA / Doktora Tezi / Ankara, 2019
Commentaires