Machiavelli'nin (okunuşuyla, Makyavel'in) "Prens" (Hükümdar) adlı kitabının özetini yıllarca önce (2000 yılında) çıkarıp, siyasetle uğraşan arkadaşlarıma dağıtmıştım.
İçinde toplumsal yaşam ve devlet yönetimine dair çok önemli bilgiler vardı.
Kitabı okuduğunuzda, 500 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, toplum ve devlet yapısı içindeki insan davranışlarının hiç değişmediğini, sadece insanların kullandıkları; ulaşım ve iletişim araçlarının, giyim-kuşam ve yeme-içme alışkanlıklarının değiştiğini anlıyor olacaksınız.
Çıkardığım özeti sizlerle de paylaşmak istedim. Tamamını okumanızı da ayrıca tavsiye ediyorum.
Okumadan önceki tavsiyem de şu olsun: "Prens" bildiğiniz anlamda prens değil. "Prens" gördüğünüzde "Kral" olarak düşünün ki algılamanız kolay olsun.
Ayrıca, değerlendireceğiniz duruma bağlı olarak; Devlet Başkanı, Başbakan, Siyasi Parti Genel Başkanı, Belediye Bakanı olarak da düşünebilirsiniz.
PRENS (Hükümdar)
İtalyanca aslından çeviri
Rekin TEKSOY
Oğlak Yayıncılık 1999
Niccolo Machiavelli
1469 – 1527
İtalyan tarihçi, politika ve askerlik kuramcısı.
De Pricipatibus (Latince - Prenslik Konusunda)
Il Principe (İtalyanca - Prens)
Sant’ Andrea in Percussina’daki evinde 1513 yılı Temmuz - Aralık ayları arasında yazıldı.
Prens’in siyasal görüşü Rönesans’a özgü natüralist anlayışa dayanır.
Bu görüşe göre insan doğanın bir ürünüdür ve gelenekler, tarihsel konumlar değişse de, insanın özünde bir değişme olmaz. İnsan değişmeyip hep aynı kaldığına ve yeryüzünde meydana gelen olayları da insanlar yarattığına göre, tarihe yön veren kurallar belirlenebilir ve insanlığın geleceği için geçerli evrensel bir politika bilimi oluşturulabilir.
Bu görüşten yola çıkan Machiavelli, insan konusunda olumsuz yargılara varır:
"İnsanlar; nankör, kaypak, içten pazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, para canlısıdır. Tehlike uzaktaysa, onlara yardım ettiğin sürece senin yanındadırlar; kanlarını, mallarını, yaşamlarını, çocuklarını verirler sana ama tehlike yaklaşınca yüz çevirirler... ve insanlar babalarının ölümünü mal varlıklarının kaybından daha çabuk unuturlar.”
Peki, bu kusurlarla yüklü olan ve tıpkı yağmur gibi, rüzgar gibi yapısı değişmeyen bir doğa ürünü olan insan, nasıl olup da büyük uygarlıklar yaratmış, zengin düşünceler üretmiştir? Bu sorunun yanıtı “devlet”tir.
Devletin başındaysa, sıradan insanlardan ayrılan, dünyaya yön verme becerisine sahip, sıra dışı bir insan olan “prens” yer alır.
Machiavelli’ye göre politika da, tıpkı yaşam gibi güçlü ve akıllı olanı başarıya ulaştırır.
Yeni prensliklerde değişiklik gerekçesi her şeyden önce yeni prensliklerin tümünde görülen doğal bir zorluktan kaynaklanır: çünkü insanlar, daha iyisini bulacaklarını sanarak seve seve efendi değiştirirler; bu sanı, efendilerine karşı silaha sarılmalarına yol açar; ama yanıldıklarını anlarlar, çünkü bu deneyim durumlarının daha da kötüleştiğini gösterir onlara.
Bu prensliği işgal etmekle aşağıladığın herkes sana düşman kesileceği gibi, bu işgali gerçekleştirmende sana yardımcı olanları da, onları umdukları ölçüde hoşnut edemeyeceğin ve kendilerine borçlu olduğun için acı ilaçlar da içiremeyeceğin için dost edinemezsin.
Şu da bir gerçektir ki, başkaldıran ülkeler ikinci kez ele geçirildiklerinde, yitirimleri daha zorlaşır; çünkü senyör başkaldırıdan yararlanarak, suçluları cezalandırmada, kuşkuluları ortaya çıkarmada, zayıf noktaları güçlendirmede daha pervasız davranır.
Bir yeri ele geçiren, orayı elinde tutmak istiyorsa iki şeye dikkat etmesi gerekir: ilkin eski prensin soyunu söndürmesi gerekir; ikincisi, buranın yasalarında, vergi düzeninde değişikliğe gitmemesi gerekir.
Dili, gelenekleri ve düzeni değişik bir bölgedeki devletleri elde tutmak büyük bir talih ve büyük bir beceri ister. En iyi, en etkili çarelerden biri, ele geçiren kişinin oraya gidip yerleşmesidir. Bu davranış ele geçirilen bölgeyi daha güvenli, daha sürekli kılar.
Çünkü orada oturulunca, çıkan karışıklıklar hemen görülür, hemen önlemler alınır; orada oturulmadığındaysa karışıklıklar ancak büyüdükten sonra görülür ve artık alınacak önlem yoktur. Bundan başka görevliler bölgeyi soyamazlar; prense doğrudan doğruya başvurabilme olanağı halkı hoşnut kılar; böylece iyi olmak isteyenlerin prensi sevme, başka türlü olmak isteyenlerinse ondan çekinme gerekçeleri artar. Dışarıdan bu devlete saldırmak isteyen daha çok çekinir; çünkü prensin oturduğu yeri ele geçirmek çok zordur.
İnsanları ya okşamak ya da etkisiz kılmak gerekir; çünkü insanlar uğradıkları küçük zararların öcünü alır ama büyük zararların öcünü alamazlar; bu nedenle bir kişiye verilecek zarar, onun öç almasına olanak sağlamayacak biçimde olmalıdır.
Olayların düzeni öyledir ki, güçlü bir yabancı, bir ülkeye girdiğinde, buradaki daha güçsüzler, güçlü olana duydukları imrenmenin etkisiyle hemen ona katılır: böylece bu zayıf güçleri elde etmek için hiçbir çaba harcamak gerekmez, çünkü onlar hep birlikte ve seve seve ülkeyi ele geçiren devlete katılıp onunla bir bütün oluştururlar.
Güçlü yabancının yapacağı tek şey, bunların gereğinden fazla güce ve yetkiye sahip olmalarını önlemektir; güçleri, kendi kuvvetlerinin ve diğerlerinin desteğiyle bastırıp kolayca bu ülkenin tek egemeni olur.
Bunlara dikkat etmeyecek biri, ele geçirdiği yeri kısa sürede yitirir, elinde bulundurduğu süre içinde de sonsuz zorluklarla, sıkıntılarla karşılaşır.
Her bilge prens yalnızca karışıklıkları değil, gelecekte ortaya çıkabilecek olanları da dikkate alır ve olanca gücüyle bunları önlemeye çalışır; tehlike önceden görülünce kolayca çaresi bulunur; ama kapıya dayanması beklenirse ilaç işe yaramaz, çünkü hastalık artık iyileştirilemez olmuştur.
Bu durum ince hastalığa benzer, hekimlerin dediği gibi başlangıçta bu hastalığın iyileştirilmesi kolay ama tanısı zordur; başlangıçta tanı koyulup da tedavi uygulanmamışsa, zaman geçtikçe hastalığın tanısı kolaylaşır ama iyileştirilmesi zorlaşır.
Devlet işleri de böyledir; ortaya çıkan aksaklıklar önceden görülürse (ancak uzak görüşlüler başarır bunu) iyileşme çabuk olur; ama aksaklıklar görülmediği için, herkesin görebileceği gibi büyümesine izin verilirse artık uygulanacak ilaç olmaz.
Günümüz (1500’ler) bilgeleri, dillerinden düşürmedikleri “zamana bırakmak” önerisini benimsemeyip, kendi erdemlerine, değerlerine sarıldılar; çünkü zaman her şeyi silip süpürür ve beraberinde iyiyle kötüyü, kötüyle birlikte iyiyi de getirebilir.
Ele geçirme isteği, gerçekten de doğal ve olağan bir şeydir; ve gücü yetenler bunu gerçekleştirdiklerinde hep övülür, hiç yerilmezler; ama güçleri yetmeden, ille de böyle bir şey yapmak isteyenler hata eder ve kınanmayı hak ederler.
Tarihte iz bırakmış prenslikler iki şekilde yönetilirler: biri, prensin, bakan yaparak ödüllendirdiği emir kullarının yardımıyla yönetimi; diğeri, prensin kendi ödüllendirmesi sonucu değil, kan bağı nedeniyle baron olanlarla birlikte yönetimi.
Bu baronların kendi devletleri ve onları senyör bilip, sevgi besleyen halkları vardır.
Bir prensin ve emir kullarının yönettiği devletlerde en büyük yetki prenstedir; çünkü ülkede ondan daha güçlü kimse yoktur; bir başkasına da itaat edilmesi, onun prensin bakanı ya da görevlisi olmasındandır, bu kişiye özel bir sevgi beslenmez.
Ele geçirilen devletler kendi yasaları altında özgürce yaşamak alışkanlığına sahipseler, bunları elde tutmanın üç yolu vardır: ilki bunları yıkmaktır; ikincisi oraya gidip oturmaktır; üçüncüsü de bir vergi salıp, onları yasalarına göre yaşamaya bırakmak ve sana dostluk göstermeyi sürdürecek, üye sayısı az bir hükümet kurmaktır. Çünkü bu prens tarafından kurulacak hükümet, onun dostluğu ve gücü olmadan varlığını sürdüremeyeceğini bilir ve onun gönlünü etmek için elinden geleni yapar.
Özgür yaşama alışkanlığına sahip bir site elde tutulmak istendiğinde, herhangi bir başka yol yerine, kent halkı aracılığıyla kolayca elde tutulur.
Özgür yaşamaya alışmış bir kenti ele geçirip de yıkmayanın, o kent tarafından yıkılmayı beklemesi doğru olur; çünkü, özgürlüğün adı ve eski düzen, sürekli olarak başkaldırıya sığınak olur; geçen zamanın uzunluğu da, yapılan iyilikler de eski düzeni unutturamaz.
Ne yapılırsa yapılsın, ne önlem alınırsa alınsın orada oturanlar birbirinden ayrılmaz ya da dağıtılmazsa, bu adı ve bu kurumları unutturamazlar ve her fırsatta bunlara sarılırlar.
Erdemleriyle prens olanlar, prensliğe zorlukla ulaşır ama kolayca korurlar prensliklerini.
Yeni kurumlar getirmeye kalkışmaktan daha zor, başarı olasılığı daha kuşkulu, uygulaması daha tehlikeli bir şey yoktur; çünkü eski kurumların çıkar sağladığı herkes yenilik getirene düşman kesilir, yeni kurumların yarar sağlayabileceği kişilerdense ancak ılımlı bir destek gelir.
Bu ılımlılık bir yandan, yasaların koruduğu karşıtlardan duyulan korkudan, bir yandan da insanların kuşkuculuğundan kaynaklanır; insanlar kesin kanıtlarını görmedikçe yeniliklere gerçekten inanmazlar; bu nedenle düşman olanlar her fırsatta büyük bir coşkuyla saldırıya geçer, ötekilerse ılımlı bir biçimde karşı koyarlar; böylece bunlarla birlikte olmak tehlike içerir.
Bu nedenle, yenilikçilerin kendi güçlerine mi dayandıklarını, yoksa başkalarına mı bağımlı olduklarını incelemek gerekir; başka bir deyişle, işlerini yürütmek için isteklerde mi bulunuyorlar yoksa zorlama gücüne mi (kendi güçlerine) sahipler.
Halkların yapısı da değişkendir; onları bir şeye inandırmak kolaydır ama bu inanışa bağlı tutmak zordur.
Siracusa’lı Hieron sıradan bir yurttaşken Siracusa’nın prensi oldu; talih ona fırsattan başka bir şey vermemişti; baskı altındaki Siracusalılar onu kendilerine komutan seçtiler; bu görevde öyle başarılı oldu ki, prens yaptılar. Öyle erdemleri vardı ki, daha prens olmadan onun için şöyle yazmışlardı: “Eski orduyu dağıttı yeni bir ordu düzenledi; eski dostlukları bıraktı yeni dostluklar kurdu; ve kendi dostları, askerleri olunca, böyle bir temel üstüne istediği yapıyı kurdu: öyle ki, ele geçirirken büyük çaba, elinde tutmak için çok az çaba harcadı.
Bir devleti ele geçiren işgalci, uygulaması gereken şiddeti hesaplayıp, bir kerede uygulamalıdır ki, her gün şiddete başvurmasın ve şiddete başvurmayarak insanlara güvence versin ve iyiliklerle onların sevgisini kazansın.
Çekingenlik ya da yanlış hesap nedeniyle başka türlü davrananın elinin hep kılıcında olması gerekir; sürekli haksızlıklarla karşılaşan halk ona güven duymayacağı için, o da halkına güvenemez.
Şiddet bir kerede uygulanırsa, acısı az sürer, daha az etkiler: iyilik ise yavaş yavaş yapıldığında tadına daha iyi varılır.
Sıradan bir yurttaşın alçaklıkla ya da hoşgörülemez bir başka şiddetle değil de yurttaşlarının desteğiyle ülkesinin prensi olmasına gelirsek (buna sivil prenslik denilebilir ve buraya erişmek için büyük bir erdemden, büyük bir talihten çok, rast giden bir kurnazlık gerekir) bu konuma ya halkın ya da büyüklerin (siyaset alanında önde gelenler, soylular) desteğiyle gelinir. Çünkü her kentte iki karşıt eğilim vardır; halk büyükler tarafından güdülmek ve ezilmek istemez, büyüklerse halkı gütmek ve ezmek isterler; bu iki ayrı eğilimden, kentte şu üç sonuçtan biri ortaya çıkar: prenslik, özgürlük (o dönemde cumhuriyet) ya da kargaşa.
Prenslik; kimin eline olanak geçtiğine bağlı olarak halk ya da büyükler tarafından kurulur; çünkü büyükler halka karşı koyamadıklarını gördüklerinde, içlerinden birinin gücünü, şanını artırıp, gölgesinden karınlarını doyurmak için onu prens yaparlar.
Halk da büyüklere karşı koyamayacağını gördüğünde, gücüyle kendisini koruması için, bir kişiyi yetkili kılıp prens yapar. Büyüklerin yardımıyla prens olana oranla daha zor tutunur yerinde çünkü çevresindekiler kendilerini onunla eşit saydıkları için onlara dediklerini yaptıramaz, onları istediği gibi yönlendiremez.
Halka güvenen prens komuta etmesini biliyorsa, korkusuz bir kişiyse, tehlike karşısında telaşa kapılmıyorsa, başka önlemleri gözardı etmiyorsa ve eylemleriyle, önlemleriyle kitleleri yönlendirmeyi biliyorsa, halk hiçbir zaman onu düş kırıklığına uğratmaz ve o da sağlam temeller atmış olduğunu görür.
Bilge bir prens, yurttaşlarının her zaman ve her durumda devlete ve kendisine gereksinme duymalarını sağlayacak biçimde davranmalıdır; bu durumda halk hep bağlı kalır ona.
Bir prensin devletini savunduğu ordu ya kendi ordusudur ya paralı ordudur ya yardımcı ordudur ya da karma ordudur.
Paralı ve yardımcı ordular hem yararsız, hem tehlikelidir: devletini paralı bir orduya dayandıran biri, hiçbir zaman denge ve güvenceye kavuşamaz; çünkü bu askerler kendi başlarına buyruk, hırslı, disiplinsiz, kalleş olurlar; dostlara karşı kabadayı, düşmanlara karşı alçak gibi davranırlar: Tanrı’dan korkmaz, insanlara inanmazlar; saldırıya geçmeyi ne denli ertelersen, yıkımını da o denli ertelemiş olursun; barış döneminde onlara, savaştaysa düşmanlara soyulursun.
Bunun nedeni, bu askerlerin ellerine geçen birazcık paradan başka bir şeyi sevmeyip, başka bir şeyi düşünmemeleridir ve bu para da onların senin uğruna can vermek istemelerine yetmez. Sen savaşmadıkça askerin olmayı isterler ama savaş çıktığında ya kaçarlar ya çekip giderler.
Bir prenslikteki kötülükler doğduğunda görmeyen biri, gerçek bilge değildir; bilgelik çok az kişiye verilmiştir.
Eli açık bilinmek çok iyidir, ne var ki, eli açıklık senin öyle olduğunu göstermek için uygulanırsa sana zarar verir: çünkü gerektiği gibi, ölçülü bir biçimde uygulandığında, kimsenin dikkatini çekmez ve senin bunun tam karşıtıyla damgalanmanı önleyemez; bu nedenle halk arasında eli açık bilinmek için, hiçbir gösterişten kaçınmamak gerekir; ama, böyle davranan bir prens de kaynaklarının tümünü bu tür etkinliklerde tüketir; ve sonunda eli açık sıfatını korumak isterse, halklarını olağanüstü yükler altında ezmek, vergiler salmak, para sağlamak için yapılabilecek her şeyi yapmak zorunda kalır.
Yoksul düşeceği için, bu durum halkının ondan nefret etmesinin, herkesçe daha az sayılmasının başlangıcı olur; öyle ki, eli açıklığıyla çoğunluğun öfkesini çekip çok az kişiyi hoşnut etiği için, en küçük bir zorluktan etkilenir ve ilk tehlikede zor duruma düşer: bu durumu kavrayıp da geri adım atmak isterse, hemen cimrilikle suçlanır.
Bir prens eli açıklık erdemini kendine zarar vermeden kullanamayacağına göre, eğer sağduyuluysa cimri sıfatından hiç gocunmamalıdır: çünkü zamanla, eli sıkılığı sonucunda gelirinin kendine yettiği, saldırganlara karşı koyabildiği, halka yüklenmeden işlerini yürütebildiği görüldükçe, daha eli açık sayılacaktır; böylece hiçbir şeylerini almadığı çoğunlukça eli açık, hiçbir şey vermediği azınlıkça cimri bilinecektir.
Bir prens halkını soymadığı, kendini savunabildiği, yoksul düşüp aşağılanmadığı, açgözlülük etmek zorunda kalmadığı için cimri diye anılıyorsa buna fazla önem vermemelidir, çünkü bu kusur onun iktidarda kalmasını sağlamaktadır.
Askerleriyle yola çıkan, talanla, yağmayla, haraçla, başkalarının mallarıyla geçinen bir prensin eli açık olması gerekir; yoksa askerleri peşinden gitmez. Senin halkının olmayanı bol keseden dağıtabilirsin, çünkü başkasının malını harcamak şanını eksiltmez, tersine artırır.
Korkulmaktansa sevilmek mi iyidir, yoksa sevilmektense korkulmak mı?
Yanıt ikisinin de gerekliliğidir; ama bu ikisini bir araya getirmek zor olduğu için, bu ikiliden birinden yoksun kalınacaksa, sevilmektense korkulmak daha güvencelidir. Çünkü insanlar konusunda genel olarak şu söylenebilir: İnsanlar “nankör, kaypak, içten pazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, para canlısıdır; tehlike uzaktaysa, onlara yardım ettiğin sürece senin yanındadırlar, kanlarını, mallarını, yaşamlarını, çocuklarını verirler sana; ama tehlike yaklaşınca yüz çevirirler. Ve yalnızca onların sözüne güvenmiş olan prens, başka hazırlıklarda yoksun kaldığı için yıkıma uğrar; çünkü gönül yüceliği ve soyluluğu yerine parayla sağlanan bir dostluk, satın alınmış dostluk olup, sürekli değildir, gerekli olduğunda kullanılamaz. Ve insanlar kendini sevdiren birinden çok, kendinden korkutan birine zarar vermekten çekinirler; çünkü sevgi bir gönül borcu bağına dayanır ve insanlar kötü oldukları için, kişisel çıkar söz konusu olduğunda bu bağ kopuverir; oysa çekinme, insanı hiç terk etmeyen ceza korkusuna dayanır.
... ve insanlar babalarının ölümünü mal varlıklarının kaybından daha çabuk unuturlar.
Bir prensin sözünün eri olmasının ve hile yapmayıp dürüst bir yaşam sürmesinin ne denli övülesi olduğunu herkes bilir; bununla birlikte deneyler, verdikleri sözü fazla önemsemeyen kimi prenslerin günümüzde büyük işler başardıklarını, yaptıkları hilelerle insanların akıllarını çeldiklerini gösteriyor; bunlar sonuçta, dürüstlüğü benimsemiş olanlara üstün gelmişlerdir.
Öyleyse, savaşmanın (siyaset yapmanın) iki yolu olduğunu bilmeniz gerekir: biri yasalarla, öteki kaba güçle: ilki insana özgüdür, ikincisi hayvanlara: ama ilki çoğu kez yeterli olmadığı için, ikinciye başvurmak gerekir. Bu nedenle bir prensin insanı da hayvanı da iyi kullanmayı bilmesi gerekir.
Bir prensin hayvan gibi davranmayı bilmesi gerektiğine göre, hayvanlar arasından tilki ile aslanı seçmelidir; çünkü aslan kendini tuzaktan koruyamaz, tilki de kendini kurttan koruyamaz.
Bu nedenle tuzakları tanımak için tilki, kurtları korkutmak için de aslan olmak gerekir.
Demek ki sağduyulu bir prens, eğer verdiği sözü tutmak kendine zarar verecekse ve söz vermesine yol açan gerekçeler ortadan kalkmışsa bu sözü tutamaz., tutmamalıdır da.
İnsanların tümü iyi olsaydı, bu öğüt iyi olmazdı; ama kötü oldukları ve sana verdikleri sözü tutmayacakları için, senin de verdiğin sözü tutman gerekmez. Ve sözünü tutmayan bir prens, hiçbir zaman haklı gerekçe bulma sıkıntısı çekmez. Ama bu yapıyı iyice allayıp pullamayı, göz boyamayı ve renk vermemeyi iyi bilmek gerekir: ve insanlar öyle sıradan olurlar, güncel gereksinmelere öyle kolay boyun eğerler ki, aldatmak isteyen hep aldanacak birini bulur.
Demek ki, bir prensin bağışlayıcı, sözünün eri, insancıl, dürüst, dindar olmak niteliklerinin tümüne sahip olması gerekli değildir, ama bunlara sahipmiş gibi görünmesi gerekir.
Dahası, bunlara sahip olmak ve sürekli olarak uymak zararlıdır; ama sahipmiş gibi görünmek yararlıdır: ama aklını öyle ayarlamalısın ki, gerektiğinde tersine dönüşmeyi bilmelisin. Ve şunu da belirtmeli ki, bir prens, özellikle de yeni bir prens, insanları iyi kılan bütün bunları uygulayamaz, çünkü devleti ayakta tutabilmek için, çoğu kez verdiği söze, iyiliğe, insanlığa, dine karşı çıkmak zorunda kalabilir.
Demek ki, bir prens yukarıda belirtilen beş nitelikle bağdaşmayan bir sözcüğün hiçbir zaman ağzından çıkmamasına büyük özen göstermelidir ve kendisini görüp dinleyenlere tepeden tırnağa bağışlayıcı, tepeden tırnağa inançlı, tepeden tırnağa dürüst, tepeden tırnağa insancıl, tepeden tırnağa dindar görünmelidir.
Ve en önemlisi de, en son niteliğe sahipmiş gibi görünmelidir.
İnsanlar genellikle elleri ile değil, gözleri ile değerlendirme yaparlar; çünkü herkes görür, ama çok az kişi duyumsar; ve bu çok az kişi, devlet gücünün koruması altındaki çoğunluğun görüşüne karşı çıkmaya cesaret edemez.
Sıradan insan hep görünüşten, bir işin sonucundan etkilenir; ve dünya sıradan insanlarla doludur; ve çoğunluğun dayanacak bir yeri olduğunda, azınlığın bir önemi yoktur.
Prensler sevimsiz işleri başkalarına yaptırmalı, iyi işleri kendileri yapmalıdır.
Bir prens büyüklere özen göstermeli, ama halkın nefretini kazanmamalı.
Askerleri ve halkı birlikte hoşnut kılmak zordur. Yapıları ya da becerileri iki tarafı dizginlemeye yeterli olmayan imparatorlar hep devrilmişlerdir. Ve içlerinden çoğu, özellikle de prensliğin başına yeni geçenler, birbirine karşıt bu iki eğilimin zorluğunu kavrayınca hep askerleri hoşnut kılmaya yönelmiş, halkın zarar görmesini önemsememişlerdir.
Bunların böyle davranmaları kaçınılmazdır: gerçekten de prensler birinin kendilerinden nefret etmesini engelleyemeyeceklerine göre, ilkin topluluğun kendilerinden nefret etmemesini sağlamaya çalışırlar; bunu başaramazlarsa, topluluğun en güçlü birimlerinin nefretini engellemek için ellerinden geleni yapmaları gerekir.
Bu nedenle, yeni oldukları için olağanüstü desteğe gereksinme duyan imparatorlar; halktan çok, askerlerin desteğini aramışlardır: bu tutumun prensin yararına ya da zararına olması, onun askerlerin gözünde saygınlığını koruyup korumamasına bağlı oluyordu.
Bu noktada, nefretin yalnız kötü işlerden değil, iyi işlerden de kaynaklanabileceğini belirtmek gerekir: bu nedenle devleti elinde tutmak isteyen bir prens, çoğu kez iyi olmamak zorunda kalır; çünkü, yerinde kalmak için gereksinme duyduğunu sandığın topluluk, ister halk, ister askerler, ister büyükler olsun, yozlaşmış olup onları hoşnut kılmak için isteklerini karşılaman gerekir; bu durumda iyi işler senin düşmanın olur.
Yeni bir prensin uyruklarını silahsızlandırdığı hiç olmamıştır; tersine, onları silahsız bulduğunda hep silahlandırmıştır; çünkü onları silahlandırınca bu silahlar senin olur, senden kuşkulananlar sana bağlanırlar, bağlı olanlar bağlı kalırlar, uyruk iken yandaşın kesilirler. Ve uyrukların tümü silahlanamayacağına göre, silahlananların gönlünü edersen, ötekilere karşı daha güvencede olursun: kendilerine ayrıcalık tanıdıkların sana borçlu olur; ötekilerse, daha fazla tehlike ve sorumluluk yüklenenlerin daha fazla ödüllendirilmesi gerektiğini düşünerek seni bağışlar. Ama onları silahsızlandırırsan, incitmiş olursun; korkaklıkları ya da inançsızlıkları nedeniyle onlardan çekindiğini göstermiş olursun: bu iki kanı da sana karşı nefret doğurur. Silahsız kalamayacağına göre, ne oldukları yukarıda belirtilen paralı askerlere dönmen gerekir; bunlar iyi bile olsalar, güçlü düşmanlara, kuşkulu uyruklara karşı seni savunamazlar.
Hiç kuşkusuz, prensler karşılarına çıkan zorlukların ve direnmelerin üstesinden geldikçe büyürler; bu nedenle talih, miras yoluyla prens olan birine oranla çok daha fazla üne gereksinim duyan yeni bir prensi büyük kılmak istediğinde, onun karşısına düşmanlar çıkarır, ona karşı girişimler düzenler ki, bunların üstesinden gelebilme olanağı bulsun ve düşmanlarının sağladığı bu merdivenle yukarılara çıksın.
Bu nedenle birçok kişi, bilge bir prensin sırası geldiğinde kendine düşmanlar yaratması ve bunları ezerek büyüklüğünü artırması gerektiğini düşünür.
Prensler ve özellikle de yeni prensler, prensliklerinin başlangıcında kuşkulu gördükleri kişilerde, başlangıçta güven duydukları kişilere oranla daha fazla bağlılık, daha fazla yarar bulurlar.
Bir prensliğin başlangıcında düşman olan kişiler, eğer durumlarını korumak için desteğe gereksinme duyulan bir konumda olurlarsa, prens her zaman büyük bir kolaylıkla elde edebilir onları; ve bunlar, uyandırmış oldukları kötü izlenimi eylemleriyle silebileceklerini bildiklerinden, prense büyük bir bağlılıkla hizmet ederler.
Böylece prens onlardan, güvence içinde oldukları için işlerini savsaklayanlara oranla, çok daha büyük yarar sağlar.
Destek, onlara karşı duyulan doğal bir sevgiden değil de, bu kişilerin o devletten hoşnut olmamalarından kaynaklanmışsa, onlarla; büyük çabalar, zorluklar pahasına dost olabilir, çünkü onları hoşnut kılması olanaksızdır.
Eski devletten hoşnut oldukları için ona düşman olanların dostluğunu kazanmanın, eski devletten hoşnut olmadıkları için onunla dost olup işgali destekleyenlere oranla çok daha kolay olmasında yattığı görülür.
Yabancılardan çok, halktan korkan bir prensin kaleler yaptırması gerekir ama halktan çok yabancılardan korkanın ise yaptırmaması gerekir.
Kalelerin olsa bile, halk senden nefret ediyorsa, kaleler seni kurtaramaz, çünkü silaha sarılan bir halka yardımcı olacak yabancılar hiç eksik olmaz.
Bir prens, gerçek dost ya da gerçek bir düşman olduğunda da saygınlık kazanır; yani hiç duraksamadan birine karşı olarak, birinin yanında yer aldığında. Bu tavır hep yansız kalmaktan daha yararlıdır.
Ve dostun olmayan, hep senin yansız kalmanı dileyecek, dostun olan ise, hep onunla birlikte silaha sarılmanı isteyecektir.
Kararsız prensler, o sırada var olan tehlikelerden kaçınmak için, çoğu kez yansızlık yolunu seçerler ve bu seçim çoğu kez yıkımlarına neden olur. Ama prens açıkça bir tarafın yanında yer alırsa, desteklediğin taraf üstün geldiğinde, o senden güçlü olsa da, iplerin onun elinde olsa da, yine de sana borçlu olur, dost bilir seni; ve insanlar böylesine bir değerbilmezlik örneği vererek seni ezecek denli namussuz değildir; üstelik yengiler hiçbir zaman, kazananın kimi şeyleri, özellikle de adaleti göz ardı etmesine yol açacak kesinlikte değildir.
Bir prensin, yukarıda belirtildiği gibi bir zorunluk kaçınılmaz kılmadıkça, kendinden daha güçlü biriyle işbirliği yaparak bir başkasına saldırmaktan her zaman kaçınması gerektiğini belirtmek gerekir; çünkü kazanırsa, onun tutsağı olursun: oysa prensler, ellerinden geldiğince, bir başkasının keyfine bağlı olmaktan kaçınmalıdır.
Olayların yapısı, bir sakıncadan kaçarken, bir başkasına düşmeye yol açar; ama ileri görüşlülük, sakıncaların yapısını bilmeyi ve en zararsız sakıncayı seçmeyi gerektirir.
Bir prens; yetenekli kişilere kucak açarak, bir alanda öne çıkanları onurlandırarak, yeteneklere de değer verdiğini göstermelidir.
Ayrıca ticaret, tarım ve insanların çalıştıkları başka alanlarda rahatça çalışabilmeleri için yurttaşlarını yüreklendirmelidir; öyle ki, kimse elinden alınabilir kuşkusuyla toprağını bakımsız bırakmasın, kimse vergi korkusu nedeniyle iş yeri açmaktan kaçınmasın; tersine, böyle işler yapmak isteyenler, kentini ya da devletini bir biçimde geliştirmeyi tasarlayanlar için, prensin ödüller hazırlanması gerekir.
Ayrıca yılın uygun dönemlerinde şenliklerle, gösterilerle halkı oyalaması gerekir. Ve her kent meslek birliklerine ve mahallelere bölünmüş olduğuna göre, bu toplulukları dikkate alması, kimi kez onlarla bir araya gelmesi, insancıllık ve eli açıklık örnekleri vermesi, ama konumunun saygınlığını korumayı hiçbir zaman unutmaması gerekir.
Bir prensin yardımcı seçmesi, hiç de önemsenmeyecek bir olay değildir; yardımcıların iyi ya da kötü olması prensin ileri görüşlülüğüne bağlıdır. Bir senyörün beyni konusundaki değerlendirme, yanındaki adamlara bakılarak yapılır; bunlar yetenekli ve senyöre bağlıysa, bu senyörün bilge olduğuna karar verilir hep, çünkü adamlarını yeterince tanıyabilmiş, onları kendine bağlı kılmıştır. Ama adamlar böyle değilse, bu senyör konusunda olumlu bir yargıya varılamaz: çünkü bu seçimde ilk hatasını yapmıştır.
Bir prensin bakanını nasıl tanıyabileceği konusunda hiç yanılmayan bir yöntem vardır; bakanın senden çok kendini düşündüğünü ve her işte kendi çıkarını gözettiğini görürsen, böyle bir kişi hiçbir zaman iyi bir bakan olamaz, hiçbir zaman güvenemezsin ona: çünkü bir başkasının devletini elinde tutan, hiçbir zaman kendini düşünmeyip hep prensini düşünmeli ve prensle ilgili olmayan hiçbir işle uğraşmamalıdır.
Öte yandan, prens de, onun dürüst kalması için, bakanını onurlandırmalı, varlıklı kılmalı, kendine borçlu kılmalı, ona önemli yükümlülükler, görevler vermelidir ki, onsuz yapamayacağını anlasın, onur bolluğu daha fazla onur istemesini, servet bolluğu da daha fazla servet istemesini gerektirmesin, görev bolluğu değişikliklerden (devletin yapısının değişmesinden) korkutsun onu. Demek ki, bakanlarla prensler arasında böyle bir ilişki olursa, birbirlerine güvenebilirler, ilişki böyle olmazsa sonuç daima taraflardan birine zarar verir.
Çok bilge olmadıkça ya da iyi seçim yapma yeteneğine sahip olmadıkça, prenslerin güçlükle kendilerini koruyabilecekleri bir hataya da değinmek gerekiyor: Sarayların tıka basa dolu olduğu dalkavuklar. İnsanlar kendileriyle ilgili işlerden öyle keyif alırlar ve öyle yanılgılara düşerler ki bu konuda, bu vebadan çok zor korurlar kendilerini; korunmak istediklerinde de hor görülme tehlikesiyle karşılaşırlar. Çünkü dalkavukluktan korunmanın tek yolu, gerçeği söylemenin seni incitmeyeceğini herkesin anlamasıdır; ama herkes yüzüne gerçeği söylediğinde de saygınlığı kalmaz.
İleri görüşlü bir prens üçüncü bir yol izlemeli, devletine bilge kişiler seçerek yalnızca onları, her zaman değil, yalnızca sorduğunda, kendisine her gerçeği söylemekle yetkili kılmalıdır. Onlara her şeyi sormalı, onların görüşünü almalıdır; sonra da kendisi, kendine göre karar vermelidir; danışmanlara toplu olarak ve teker teker öyle davranmalıdır ki, her biri ne denli açık konuşursa, prensin o denli hoşnut kalacağını bilsin; onların dışında kimseye danışmamalı, verdiği kararları uygulamalı, ve kararlarında ısrarcı olmalıdır.
Başka türlü davranan ya dalkavukların elinde oyuncak olur ya da görüşlerin çokluğu nedeniyle sık sık fikir değiştirir: bu da saygınlığının azalmasına yol açar.
Massimiliano’nun adamı Pre’ Luca, ondan söz ederken, kimseden öğüt almadığını, ama hiçbir şeyi de kendine göre yapmadığını söyler: bunun nedeni, yukarıda söylenenlerin tam tersine davranmasıdır. Gerçekten de imparator içine kapanık biridir, düşündüklerini kimseye açmaz, kimseden öğüt almaz; ama düşündüklerini uygulamaya koyulduğunda herkes bunları öğrenir, anlar ve çevresindekiler bunları eleştirmeye koyulur; etkilenmeye yatkın imparator da düşüncesini değiştirir. Bir gün yaptığını bir başka gün bozması, yapmak istediğinin, tasarladığının hiçbir zaman anlaşılamaması işte bundan kaynaklanır; bu yüzden kararlarına güvenilmez.
Bu nedenle bir prens sürekli olarak danışmalıdır; ama bunu başkaları istediğinde değil, kendisi istediğinde yapmalıdır; dahası, kendi sormadıkça ona öğüt vermeye kalkışacakların cesaretini kırmalıdır; ama kendisi sürekli soru sormalı ve sorularıyla ilgili gerçekleri sabırla dinlemeli, dahası, birinin gerçeği söylemeye çekindiğini gördüğünde öfkelenmelidir.
Bir prensin uyandırdığı olumlu izlenimin kendinden değil de, çevresindeki iyi danışmanlardan kaynaklandığını düşünenler hiç kuşkusuz yanılırlar. Çünkü hiç yanılmayan genel bir kural vardır: kendisi bilge olmayan bir prense olumlu öğütler verilemez, meğer ki rastlantı sonucu kendini yönlendiren tek bir kişi olsun ve bu kişi çok akıllı olsun. Bu durumda rahat edebilir, ama bu durum az sürer, çünkü bu yönetici kısa sürede devleti prensin elinden alır.
Birçok kişiye danışması durumunda, bilge olmayan bir prens, verilen öğütler arasında hiç bir zaman bir bütünlük sağlayamaz, danışmanların her biri kendi çıkarını düşünür.
Bir çok kişinin, dünya işlerini talihin ve Tanrı’nın yönettiğine, insanların öngörüsünün bunları düzeltemeyeceğine, bu konuda insanların hiçbir şey yapamayacağına inandığını, inanmayı sürdürdüğünü bilmiyor değilim; bu nedenle, bu kişiler olup biteni değiştirmeye kalkışmamayı, yazgının kendilerini yönlendirmesini yeğlerler.
Bununla birlikte, özgür istencimizin ortadan kalkmaması için, talihin davranışlarımızın yarısını düzenlediğinin doğru olabileceğini, öbür yarısını ya da yarısına yakınını yönetmeyi ise bize bıraktığını düşünüyorum. Ve onu, yatağından taşarak ovaları basan, ağaçları, yapıları deviren, toprağı bir yerden alıp bir başka yere bırakan azgın bir ırmağa benzetiyorum: Herkes önünden kaçar suyun, herkes boyun eğer onun öfkesine, hiçbir biçimde karşı koyamaz. Durum böyle olsa da, insanlar ortalık durulunca, sular daha sonra kabardığında bir kanaldan aksın ya da taşkın; bunca düzensiz, bunca zararlı olmasın diye; bentler, setler yaparak önlemler almaktan geri durmazlar.
Talih için de durum böyledir: o da gücünü, kendisine karşı koyabilmek için düzenlenmiş bir erdemin olmadığı yerlerde gösterir; kendisini durdurmak için setlerin, bentlerin yapılmadığını bildiği yerlere yöneltir saldırılarını.
İyinin (koşulların) değişmesi de buna bağlıdır; çünkü sakınımlı ve sabırlı davranan biri, zamanın ve koşulların desteğini alırsa yönetimi iyi olur, başarıya ulaşır; ama zaman ve koşullar değişince davranış biçimini değiştirmezse yıkılır.
Bu duruma ayak uydurmayı bilecek denli akıllı insan yok gibidir; çünkü insan hem kendini doğanın verdiği eğilimden kurtaramaz, hem de kendini başarıya götürmüş olan bir yoldan ayrılmaya gönlü elvermez.
Bu nedenledir ki, sakınımlı kişi, sırası gelip de gözü kara kesilmesi gerektiğinde bunu beceremez; bu durum yıkımına yol açar:
Zamana, koşullara göre yapısını değiştirmeyi bilenin ise talihi değişmez.
Sonuç olarak, talih değiştiğine göre, davranış biçiminde inatçı insanlar, koşullara ayak uydurabilirlerse mutlu olurlar, uyduramazlarsa mutsuz olurlar.
Bana göre: gözü pek olmak sakınımlı olmaktan daha iyidir; çünkü talih dişidir ve boyun eğdirmek için onu dövmek, dürtmek gerekir.
Soğuk davrananlardan çok, böyle davrananlar karşısında yenik düştüğü görülür; ve kadın olduğu için hep gençlerle dost olur, çünkü gençler daha az sakınımlı, daha sert olurlar, daha büyük bir korkusuzlukla buyruk verirler ona.
Comments